Günümüz dünyasında her şey giderek hızlanıyor. Teknoloji baş döndürücü bir şekilde gelişiyor, bilgiye ulaşmak bir tık uzağımızda. Sosyal medyada her an birileri bir yerlere yetişiyor, yeni hedefler koyuyor, başarılarını paylaşıyor. Ancak bu görünürdeki hareketliliğin altında, birçok insan içten içe bir durgunluk, anlamsızlık ve varoluşsal boşluk hissi yaşıyor. Bu his, psikolojide “varoluşsal boşluk” olarak tanımlanıyor. Peki, bu kadar imkâna ve özgürlüğe rağmen neden bu kadar çok insan kendini boşlukta hissediyor?
İnsanın anlam arayışı, insanlık tarihi kadar eski bir mesele. Antik Yunan filozoflarından modern psikoloji kuramcılarına kadar pek çok düşünür, bu konuyla ilgilendi. Fakat özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yaşamın hızlanması, geleneksel değerlerin çözülmesi ve bireyselleşmenin artmasıyla bu arayış daha belirgin bir hâl aldı.
Avusturyalı psikiyatr Viktor Frankl, logoterapi adlı yaklaşımında, insanın temel motivasyonunun “anlam arayışı” olduğunu söyler. Frankl, Nazi toplama kamplarında geçirdiği yıllarda bile hayatta kalmanın yolunun, yaşamda bir anlam bulmaktan geçtiğini savunmuştu. Ona göre kişi, yaşamda bir amacı olduğuna inanırsa, en zor şartlarda bile dayanma gücü bulabilir.
Ancak modern dünyada bu anlamı bulmak kolay değil. Çünkü artık neyin “anlamlı” olduğunu belirleyen kolektif yapılar zayıflamış durumda. Eskiden insanlar din, aile, toplum gibi yapılar içinde kendilerine yer bulurken; şimdi bireyler kendi kimliklerini ve yaşam amaçlarını kendileri inşa etmek zorunda kalıyor. Bu özgürlük, bir yandan büyük bir potansiyel sunsa da, diğer yandan yönsüzlük ve yalnızlık duygusunu da beraberinde getiriyor.
Sosyolog Zygmunt Bauman, modern dünyanın “akışkan” yapısından söz eder. Ona göre artık hiçbir şey kalıcı değil: ilişkiler, işler, yaşam tarzları sürekli değişiyor. Bu değişkenlik içinde birey, tutunacak bir sabit nokta bulmakta zorlanıyor. Sonuç? Anlam kaybı ve varoluşsal boşluk.
Psikolojik düzeyde bu boşluk; depresyon, kaygı bozuklukları, tükenmişlik ve değersizlik hissiyle kendini gösterebiliyor. Birçok kişi, “Neden buradayım?”, “Hayatımın amacı ne?”, “Bunca şeyin anlamı ne?” gibi sorularla içsel bir sorgulama yaşıyor. Cevaplar ise hazır paketler hâlinde sunulmuyor; kişi bu cevapları kendi içinde keşfetmek zorunda kalıyor.
Sonuç
Peki, bu varoluşsal boşlukla baş etmek mümkün mü? Elbette mümkün. Anlam arayışı, bir sorun değil; aslında sağlıklı bir gelişimin göstergesi. Bu boşluk hissi, kişiyi daha derin bir içgörüye, farkındalığa ve dönüşüme götürebilir.
Anlam, çoğu zaman büyük hedeflerde değil; küçük anlarda, ilişkilerde, üretkenlikte, paylaşımda gizlidir. Sevdiğin bir işle uğraşmak, bir çocuğun gözlerinin içine bakmak, bir dostla derin bir sohbet etmek ya da sadece bir sabah sessizce kahveni içmek… Tüm bunlar yaşama anlam katar.
Ayrıca, kendi değerlerini keşfetmek ve bu değerlere uygun yaşamak da anlamı besler. Kendine şu soruları sormak faydalı olabilir: “Gerçekten neye önem veriyorum?”, “Hangi anlarda kendimi en canlı hissediyorum?”, “Hangi izleri bırakmak istiyorum bu dünyada?”
Unutulmamalı ki, herkesin anlamı kendine özgüdür. Hazır kalıplar yerine, her birey kendi hayatının mimarıdır. Modern dünyanın karmaşasında yönünü kaybetmiş gibi hissetmek insani bir deneyimdir. Ancak bu karmaşa içinde bile içsel bir pusula geliştirilebilir.
Sonuç olarak, varoluşsal boşluk bir çıkmaz değil, bir çağrıdır: Kendine dön, neyi aradığını hatırla ve o anlamı yavaş yavaş, kendi adımlarınla inşa et.