“Evden ilk kez ayrıldığında babası onu arabasıyla üniversiteye kadar bırakmış ve tipik bir şekilde yolun kenarındaki çirkin, çöp yığını haline gelmiş nehir hakkında homurdanarak yolculuğu mahvetmişti. Diğer taraftan kız güzel bir kır manzarası, bozulmamış bir dere görmüştü. Yıllar sonra babası öldükten sonra tesadüfen aynı yolculuğu yeniden yapmış ve yolun iki kenarında iki dere olduğunu fark etmişti. ‘Ama bu kez şoför bendim.’ demişti üzüntüyle, ‘ve şoför koltuğundan gördüğüm nehir babamın tarif ettiği kadar çirkin ve kirliydi.’”
(Yalom, 2000, s.165)
Ölüm, insan yaşamının kaçınılmaz sonu olup, sıkça savunulduğu gibi bir kurtuluş, huzura erişme ya da ebedi bir uyku hâli değil; bilincin sona ermesi ve bedensel işlevlerin geri dönülmez biçimde kaybı anlamına gelir. Bununla birlikte bireyler bu gerçeklikle baş edebilmek için çeşitli inançlara, anlamlandırmalara ve teselli edici varsayımlara ihtiyaç duyarlar. Ölüm karşısında “daha iyi bir yere gidildiği” düşüncesi ya da farklı metafizik kabuller, bu baş etme sürecinin önemli bir parçasını oluşturur. Varoluş sürecinin merkezinde yer alan ölümlülük bireyde zaman zaman yoğun kaygılar uyandırır. Yakın çevrede yaşanan bir kayıp yalnızca yas sürecini tetiklemekle kalmaz; aynı zamanda bireyin bilinçdışı düzeyde kendi varoluşsal kaygısına da temas etmesine yol açar. Böylece ölüm, hem başkalarının deneyimlediği ve bizde acı uyandıran bir olgu hem de kaçınılmaz biçimde kendi yaşamımızı da sonlandıracak bir gerçeklik olarak hatırlatıcı işlev görür.
Yasın Kuramsal Çerçevesi: Freud ve Kübler-Ross
Ölümün hatırlatıcı niteliği modern psikoterapi tartışmalarının merkezinde görünse de bu olgunun kavramsal çerçevesi Freud’un Yas ve Melankoli (1917) çalışmasında çizilmiştir. Freud, yasın yalnızca kayıpla birlikte ortaya çıkan bir boşluk duygusuna indirgenemeyeceğini, aynı zamanda benliğin yapısında belirli dönüşümlere yol açtığını ileri sürmüştür. Ölümün birey üzerindeki şekillendirici etkisini ele alan bir diğer önemli yaklaşım ise Kübler-Ross’un (1969) geliştirdiği beş aşama modelidir. Bu model, ölüm ve kayıp karşısında gözlemlenen inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme evrelerini tanımlayarak sürecin yalnızca dışsal tepkilerden ibaret olmadığını, aynı zamanda bireyin içsel dünyasında yaşanan çok boyutlu dinamikleri de yansıttığını ortaya koyar.
İnkâr: Acıya Karşı İlk Savunma
Beş aşama modelini hem açıklamak hem de içsel süreçler açısından tartışmak istersek ilk evrede inkâr ile karşılaşırız. İnkâr, bireyin kayıp karşısında gerçekliği sınadığı ve acıyı olabildiğince azaltmaya çalıştığı bir savunma mekanizması işlevi görür. Bu aşamada kişi, “Bu benim başıma gelemez.” ya da “Hayır, o ölmedi, geri dönecek.” gibi düşüncelerle hem kaybı hem de ölüm gerçeğini yadsır. İnkârın davranışsal yansımaları da bulunur. Bunlar arasında kaybedilen kişiye ait eşyaların geri döneceği ümidiyle saklanması, yaşanılan ortamda düzenin değiştirilmemesi ya da çevredeki kişiler kaybedilen hakkında soru sorduklarında hâlâ yaşıyormuş izlenimi yaratılması gibi tutumlar görülebilir. Bu noktada konumuz bağlamında birey yalnızca yaşadığı kaybı inkâr etmekle kalmaz; aynı zamanda kendi yaşamında da karşılaşabileceği ölüm olgusunu bilinçdışında yadsımış olmaz mı? Kişi yakın vadede kaybettiği kişiyi, uzun vadede kendi benliğini korumaya alır.
Öfke: Gerçeklikle Temasın Sarsıcı Yüzü
İkinci evre olan öfke, reddedilen gerçekliğe uyum sağlamaya çalışmanın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu evre ikircikli bir duygu taşımasına rağmen birey tarafından adeta saf bir duyguymuş gibi deneyimlenir ve dışa yansıtılır. Bu süreçte kaybedilen kişiye, sağlık sistemine, çevredeki diğer kişilere veya hatta kendimize karşı yoğun öfke ve suçlama duyguları geliştirebiliriz. Bu noktada öfke; kaybedilen kişiye karşı “Neden öldü?”, sağlık sistemine karşı “Neden ellerinden gelenin daha fazlasını yapamadılar?”, kendi kendine “Neden bu benim başıma geldi?”, “Ben bunu hak edecek ne yaptım?” şeklinde kendini gösterebilir. “Bu benim başıma gelemez.” yadsıması artık geçerliliğini kaybetmiştir. Hissedilen bu öfke yalnızca mevcut kayıp deneyimine değil; aynı zamanda bireyin ileride kendi yokluğunun başkalarına yaşatacağı acıya dair hissettiği suçluluk üzerinden de değerlendirilebilir mi? Bu bağlamda kişi hem kaybın kendisine yüklediği duygusal yükle hem de bir gün kendi kaybının başkalarında yaratacağı etkiyle bilinçli ve bilinçdışı düzeyde öfke duygusu geliştirebilir.
Pazarlık: Kontrol Arayışının İnce Çizgisi
Üçüncü evre olan pazarlık, bir dizi olasılığın sorgulanmasıyla başlar. Bu süreçte zihin yaşanan kaybı sürekli yeniden işleyerek farklı ihtimalleri hesaplar ve kişiye adeta içsel bir nasihat mekanizması işletir. Aynı zamanda gelecekte benzer kayıpların yaşanmaması için nelerin feda edilebileceğine dair düşünceler bu evrede ortaya çıkar. Böylelikle “bu yüzden oldu” söyleminin yerini “eğer bu gerçekleşirse şu olmayacak” biçimindeki değiş tokuş mantığı alır. Kişi, kaçınılmaz yaşam olaylarıyla kendi başına gelebilecek durumlar arasında adeta bir anlaşma yapmaya çalışarak olağan akış üzerinde kontrol sağlama çabasına girer. Pazarlık, yalnızca yaşanan kaybın telafisine yönelik bir çaba değil; aynı zamanda bireyin bilinçdışında kendi ölümlülüğüyle ilgili kaygılarını yatıştırma ve kaybın kontrol edilebilirliğini sınama girişimi olarak da okunabilir mi?
Depresyon: Yasın Derinleşen İç Dünyası
Dördüncü evre, depresyon evresidir. Bu aşamada birey kayıpla daha gerçekçi bir zeminde yüzleşir ve yapabilecekleri ile yapamayacakları arasındaki ayrımı daha net biçimde fark eder. Kayba odaklanmaktan ziyade kaybı yaşamının bir parçası olarak görmeye başlar. Zihinsel düzeyde yoğunlaşan bu süreç fiziksel olarak yorgunluk, halsizlik, çevreyle iletişimi azaltma ve isteksizlik gibi belirtilerle kendini gösterebilir. Peki, bu içe kapanma hâli gerçekten bireyin iyileşme sürecini zorlaştıran bir izolasyon mu, yoksa kaybın duygusal olarak sindirilmesine alan açan koruyucu bir mekanizma mı? Ya da kurulan bu mesafeler kişinin kendi sonu geldiğinde deneyimlenecek acının şiddetini en aza indirme çabasının bir yansıması olabilir mi?
Kabullenme: Kayıpla Yeni Bir Yaşam Kurmak
Yas sürecinin son evresi kabullenmedir. Bu aşama acının tamamen ortadan kalktığı ya da yaşananların unutulup bir kenara bırakıldığı anlamına gelmez. Daha çok önceki evrelerde bozulan işlevselliğin yeniden daha kabul edilebilir bir düzeye gelmesiyle karakterizedir. Birey bu evrede önceki aşamalarda sergilediği yoğun tepkiler yerine daha uyumlu ve işlevsel tepkiler geliştirmeye başlar. Kayba direnme ya da onu farklı bir biçime dönüştürme çabaları sona erer; bunun yerine kişi kaybın yaşamın bir parçası olarak içselleştirilmesine yönelik daha dengeli bir yaklaşım geliştirir. Kayıp artık bireyin yaşamına entegre edilmiş bir deneyim olarak işlev görür. Yakın çevrede ilk kez deneyimlenmiş olsa da kayıp ilk kez yaşanan bir gerçeklik değildir ve yaşamın ilerleyen dönemlerinde de tekrar karşılaşılabilecek bir deneyim olarak varlığını sürdürür; dolayısıyla son da değildir.
Her ne kadar yas süreci için belirli çerçeveler çizilmiş olsa da her acı tıpkı bireyler gibi biriciktir ve özgül deneyimlere sahip, çok katmanlı bir gerçeklik olarak yaşanır. Hikâyede örneklendiği gibi kayıp zaman içinde farklı şekillerde algılanabilir ve dönüşebilen bir gerçekliktir. Araştırmalar ve kuramsal yaklaşımlar da vurguladığı üzere kayıplar yalnızca kişiye acı yaşatmak veya boşluk hissi yaratmakla kalmaz; aynı zamanda bireyin kendi varoluşuyla yüzleşmesini de tetikler. Bu bağlamda kayıplar yalnızca geçmişte yaşanan bir deneyim olmaktan çıkar, aynı zamanda kendi sonumuzun farkındalığıyla tekrar deneyimlenen bir süreç hâline gelir; peki, bu farkındalıkla yaşamımızı nasıl şekillendiririz?
Varoluşa Dönüş: Kendine Uzanan Sorular
Kaybın tetiklemesine ihtiyaç duymadan, kendi varoluşunu fark etmek için hangi adımları atabilirsin?


