İlişkinin olduğu yerde yara vardır. Pek çoğumuzun gündelik yaşamını meşgul eden bir gerçekliktir sevgi. Özellikle de romantik ilişkiler söz konusu olduğunda, birden tüm dikkatler ona yönelir. Peki, sahiden sevgi nedir? Çoğu kez üzerine düşünmeyiz ve bildiğimizi iddia ederiz. Ya da kimi zaman yeterince derinlemesine düşünmeyiz, irdelemeyiz. Hâlbuki sevgi, bugüne dek üzerinde sayısız kez tartışılan ve hakkında çeşitli söylemler üretilen bir olgudur. Elbette ben de sınırlarımı aşmamaya özen göstererek, bu konuda sizlere bir vaaz vermeyeceğim. Erich Fromm’un Sevme Sanatı adlı eseri, benim için her daim böylesi hayati bir konuyu ele alırken bir başyapıttır. Pek çoğumuz, herhangi bir şeyi düşündüğümüzde onu anladığımızı zannederiz; fakat aslında anladığımızı sandığımız şeyleri en az anlarız. Çünkü artık onun üzerine düşünme gereği hissetmez ve zamanla derinleşemez hâle geliriz. Artık o düşünceye dair kanıksanmış, mutlak inançlarımız sarsılması güç bir hâl almıştır. Onu klişe olarak görürüz ve fazlasıyla kanıksarız. Bu da insanın kendi psikolojik ve duygusal gelişimine vurduğu en büyük kettir. Zamanla insanı atıl bırakır. Ve fark etmeden, kişi kendi hakikatinden adım adım uzaklaşır.
Öyleyse bu durumda, sevgi nedir? Olgun bir sevgiyi bencil bir sevgiden nasıl ayırabiliriz? Türk Dil Kurumu’na göre sevgi, “insanı bir şeye ya da bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu” olarak tanımlar. Ancak biraz daha felsefi bir bakışla, sevgi sadece bir duygu değil; zamanla büyüyen, ilmek ilmek emek verilerek gelişen, derinlikli bir yaşantıdır. O, pasif bir hissediş değil; bilincin ve iradenin dâhil olduğu aktif bir eylemdir. Olgun bir sevgi, yalnızca haz ya da karşılık arayışıyla değil; şefkat, özen ve sorumlulukla biçimlenir. Kişi sevdiğinde, yalnızca almak değil; vermek, beslemek, korumak ve birlikte büyümek ister. Bu da sevginin yalnızca duygusal bir yönelim değil, aynı zamanda ahlaki ve varoluşsal bir duruş olduğunu gösterir.
Burada, Erich Fromm’dan çok sevdiğim bir alıntıya yer vermek istiyorum:
“Sevgi, narsisizmin hemen hemen hiç bulunmadığı; alçakgönüllülüğün, nesnelliğin ve düşüncenin gelişmekte olduğu yerde vardır.” (Fromm, Erich)
Bu ifade, psikolojik açıdan sevginin sağlıklı bir benlik yapısı ve içsel olgunlukla ne kadar yakından ilişkili olduğunu gösterir. Narsisizm, bireyin kendi benliğini abartılı bir şekilde merkeze alması ve dış dünyayı kendi ihtiyaçlarına göre eğip bükme eğilimidir. Bu bağlamda, narsisistik bir kişilik yapısına sahip birey sevgi ilişkilerinde “vermek” yerine “almak”, “bağ kurmak” yerine “sahip olmak” eğilimindedir. Çünkü narsisist için karşıdaki kişi bir “öteki” olarak değil, çoğu zaman kendi ihtiyaçlarını karşılayan bir araç olarak görür. Oysa Fromm’un tanımladığı sevgi, tam tersine yönelmiştir. Psikolojik olarak olgun bir birey, kendi sınırlarını bilir, karşısındaki kişinin bireyselliğini tanır ve ona saygı duyar. Bu da ancak alçakgönüllülükle mümkündür. Alçakgönüllülük, kişinin kendini küçük görmesi değil; ne eksik ne fazla, olduğu gibi kabul etmesidir. Dolayısıyla da bu kabul, gerçek sevginin zeminini oluşturur. Zenginlik, çok şeye sahip olmakla değil, paylaşabilmek ile ölçülür. Sürekli biriktirip kaybetmekten korkan kişi, aslında yoksulluk hissiyle yaşar. Gerçek zengin, kendinden bir şeyler verebilen kişidir.
Sevmek, varoluşsal bir eylemdir; salt bir duygulanım değil, bilinçli bir yönelimi ve iradi bir kararı içerir. İnsan, sevgiye rastlamaz ya da ona kapılmaz; sevgi, dışsal bir kuvvetin sürüklediği geçici bir hâl değil, insanın kendi iradesiyle seçtiği, içinde şekillendirdiği derin bir varoluş biçimidir. Sevmek, bir nesneye yönelmek değil, o nesneyle kurulan ilişki içinde kendini sorumlulukla ve özenle ortaya koymaktır. Bu yönüyle sevgi, edilgen bir teslimiyet değil, aktif bir katılımdır. İnsanın ötekine dönük açık bir hâli, bir bağlılık ve emek istemidir. Zira gerçek sevgi, kendiliğinden “olmaz”; inşa edilir, korunur, beslenir. Rastlantıların değil, bilincin ve özverinin ürünüdür. Sevgiye kapılmak ifadesi, iradenin devre dışı bırakıldığı bir hâlin göstergesidir. Oysa sevmek, kendi varlığını ötekinin varlığıyla sorumlu kesiştirmektir. Bu da ancak insanın kendi benliğini aşarak, özgür iradesiyle ilişki kurabildiği noktada mümkündür.