Perşembe, Ekim 16, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Genetik Koddaki İzden Sosyal Bağa: Psikopatolojilere Gelişimsel Bir Yaklaşım

Aynı evde büyüyen iki kardeşin, birbirlerinden ne denli farklı kişilik özellikleri ve duygusal yanıtlar geliştirebileceğini hepimiz bir şekilde fark etmişizdir.
Eğer siz de aynı çatı altında bir kardeşle yetiştiyseniz, muhtemelen birbirinizi bir kopya gibi görmediğinizi anımsamışsınızdır.

Örneğin, duygusal bir film sahnesinde gözyaşlarınızı tutamıyorsanız, kardeşiniz aynı anda alaycı bir kahkaha ya da gülümseme ile karşılık verebilir.
Ya da bir korku filmi onu çığırına kadar ürpertirken, siz sahneyi gülerek izliyor olabilirsiniz.

Bu ince farklılıkların ötesinde, zaman zaman çok daha köklü ayrımlara ışık tutar:
Aynı genetik mirası ve benzer çevresel koşulları paylaşan kardeşler neden bambaşka ruhsal patikalara yönelir?

İşte bu noktada gelişimsel psikopatoloji çok önemlidir.
Bu yaklaşım, ruhsal bozuklukları yaşamın her aşamasında şekillenen biyolojik, psikolojik ve sosyal süreçlerin birbirine geçtiği bir etkileşim çerçevesinde ele alır — yani biyopsikososyal bir bakış açısıyla.

Davranışlarımızı genler mi yoksa çevre mi belirliyor?” sorusu, nesiller boyunca tartışılmıştır.
Ancak günümüzde asıl odak, “Hangisi daha baskın?” sorusundan ziyade “Bu iki etken bir arada nasıl bir bütün oluşturuyor?” sorusuna kaymıştır.

Bu yazıda, genetik kodun izinden sosyal bağlara kadar uzanan bu karmaşık süreci, gelişimsel bir perspektifle birlikte inceleyeceğiz.

Genetik Kodun Fısıltısı

İnsan genetik mirası, kimliğimizi şekillendiren görünmez bir güç gibi izlenebilir; fakat aslında ayrıntılı bir yol haritası işlevi taşır.
İkizler ve aileler üzerinde yürütülen araştırmalar, ruhsal bozuklukların kalıtsal bir boyutu olduğunu net bir şekilde ortaya koymuştur.

Şizofreni, bipolar bozukluk, otizm spektrum bozuklukları gibi pek çok psikiyatrik durum belirli genetik işaretlerle bağdaştırılsa da, bu genlerin hiçbirini yalnızca “kader” olarak nitelendirmek bilimsel bulgularla çelişir.

Bir örnekle açıklarsak:
Bir kişinin depresyona eğilimli olmasını sağlayan genetik bir miras bulunabilir; ancak bu genin etkisi yalnızca belirli çevresel koşullar ortaya çıktığında gözlemlenebilir.

Yani, genler sadece bir potansiyeli işaret eder; bu potansiyelin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine karar veren unsur ise çevredir.

Epigenetik: Genlerin Açılıp Kapanan Kapıları

Bu noktada epigenetik kavramına değinmek gerekir.
DNA dizisi değişmez kalırken, çevresel deneyimler genlerin “açılıp kapanmasını” tetikleyebilir.

Örneğin, stresin sıkça yaşandığı bir çocukluk dönemi, bazı genlerin aktifleşmesine ve stres hormonlarını yöneten sistemlerde kalıcı izler bırakmasına yol açabilir.
Bu durum, genetiğin tek başına kader olmadığını; aksine yaşam boyunca birikmiş deneyimlerimizin gen ifadesini yeniden şekillendirdiğini gösterir (Meaney, 2010).

Sosyal Bağların Görünmeyen Gücü

Genetik kod tek başına bir anlam bütünü oluşturmaz; çevre de aynı derecede belirleyici bir faktördür.
Çevresel koşullar ve sosyal bağlarımız, kimliğimizi şekillendiren en etkili unsurlardan biridir.

Bu aşamada, bağlanma kuramına değinmek oldukça yerinde olur.
John Bowlby’nin geliştirdiği bu yaklaşım, bireylerin bebeklikten itibaren yakın bağlar kurma, bu bağları sürdürme ve bu süreçte güven ya da kaygı gibi duygusal tepkiler geliştirme biçimlerini açıklar (Bowlby, 1969).

Güvenli bağ kurmuş çocuklar, bakım vereni yanlarında bulundurdukları sürece çevreyi rahatlıkla keşfeder ve ona güven besler.
Bu bireyler yetişkinliğe adım attıklarında duygusal açıdan daha dengeli olur ve yakın ilişkilerde genellikle daha az zorlanırlar.
Kuşkusuz, bu süreçte ebeveyn tutumunun önemi büyüktür.

Öte yandan, güvensiz ilişkiler içinde büyüyen çocuklar, dünyayı belirsiz ve tehditkâr bir mekan olarak algılayabilir.
Duygusal istismar ve yoksulluk gibi olumsuz çevresel koşullar ise ruhsal açıdan zararlı etkilere yol açar.

Ancak bu etkiler tek yönlü değildir:
Aynı çevresel riskler bazı çocuklarda kalıcı izler bırakırken, bazıları için olağanüstü bir dayanıklılık (resilience) gelişebilir.
Tam da bu noktada genetik yapı devreye girer: Sosyal deneyimler beynin biyolojik yapısını yeniden şekillendirirken, genetik kodlarımız da çevrenin etkilerini yeniden tanımlama kapasitesine sahiptir (Egeland, 2009).

Gen ve Çevrenin Örgülü Dansı

Peki, gen ve çevre nasıl birlikte işler?
Bu soruya yanıt ararken karşımıza “differential susceptibility” — yani ayrışan duyarlılık modeli çıkar.

Bu modele göre bazı bireyler, genetik yapıları gereği çevresel etkilere karşı özellikle hassas tepki verirler.
Dolayısıyla aynı genetik özellik, olumsuz bir ortamda risk faktörü olurken; destekleyici bir bağlamda avantaj haline dönüşebilir (Belsky & Pluess, 2009).

Caspi ve Arkadaşlarının Çığır Açan Çalışması (2002)

2002 yılında Caspi ve meslektaşları, gen–çevre etkileşiminin ne kadar çarpıcı sonuçlar doğurabileceğini ortaya koyan bir çalışma yayınladı.
Araştırmalarında, MAOA geninin belirli bir varyantını taşıyan ve çocuklukta şiddete maruz kalmış bireylerin, yetişkinlikte saldırgan davranışlara daha yatkın olduğu saptandı.

Ancak aynı genetik yapıya sahip olup destekleyici bir ortamda büyüyen kişilerde bu risk gözlenmedi.
Bu bulgu, genetik mirasın koşullara bağlı olarak hem bir risk faktörü hem de bir gelişim fırsatı olabileceğini açıkça ortaya koydu (Caspi ve diğ., 2002).

Kısacası, bazı insanların çevreye karşı biyolojik duyarlılığı daha keskin; bu da onları hem daha savunmasız hâle getirirken hem de daha uyumlu kılabilir.

Gelişimsel Bir Bakış Açısı

Gelişimsel psikopatoloji, psikolojik süreçleri daha esnek bir anlayışla ele alır.
Bir çocuğun dikkat eksikliği yalnızca biyolojik temellere indirgenemez; çevresel koşulların etkisiyle şekillenir.
Üstelik bu süreçler yaşam boyunca devam eder; çünkü gelişim hayatın kendisidir.

Ebeveyn eğitimi, duygusal farkındalık atölyeleri ve sosyal beceri geliştirme programları, bireyin genetik duyarlılıklarını olumlu yönde yeniden şekillendirebilir.
Bu yaklaşım, “durum”u değil “süreci” merkeze alır: erken yaş deneyimleri, sosyal ilişkiler ve genetik miras birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Kader Değil, Süreç

Gelişimsel psikopatoloji, insan ruhsal süreçlerinin tek bir açıyla açıklanamayacak kadar çok yönlü olduğunu vurgular.
Genetik kod yaşamın ilk notalarını atabilir; fakat bu notaların nasıl bir melodiye dönüşeceğini, sosyal bağlarımız, birikmiş deneyimlerimiz ve ilişkilerimiz belirler.

Ne bir gen, ne bir travma, ne de bir çevre tek başına bütünsel bir hikâyeyi tamamlayamaz.
DNA belki bir başlangıç noktası sunar; ama unutulmamalıdır ki, bu hikâyeyi kaleme alan hâlâ biziz.

Kaynakça

  • Meaney, M. J. (2010). Epigenetics and the biological definition of gene × environment interactions. Child Development, 81(1), 41–79.

  • Bowlby, J. (1969). Attachment and Loss: Volume 1. Attachment. Basic Books.

  • Egeland, B. (2009). Taking stock: Childhood emotional maltreatment and developmental psychopathology. Child Abuse & Neglect, 33(1), 22–26.

  • Belsky, J., & Pluess, M. (2009). Beyond diathesis stress: Differential susceptibility to environmental influences. Psychological Bulletin, 135(6), 885–908.

  • Caspi, A., et al. (2002). Role of genotype in the cycle of violence in maltreated children. Science, 297(5582), 851–854.

Işıl Aydın
Işıl Aydın
Işıl Aydın, Psikoloji (İngilizce) lisans eğitimini 2025 yılında tamamladı. Lisans eğitimi süresince Psikoloji Kulübü'nün aktif bir üyesi olarak çeşitli etkinlik ve projelerde görev aldı. Toplumsal cinsiyet konulu bir İngilizce münazara yarışmasında birincilik kazandı. Psikolojiye bütüncül bir yaklaşımla bakan yazar, klinik alandaki gelişimini farklı kurumlardaki stajların yanı sıra BDT, Çözüm Odaklı Terapi ve Kabul ve Kararlılık Terapisi gibi farklı ekollerdeki eğitimlerle desteklemeyi sürdürüyor. Mesleki yolculuğunda bilimsel temelli ve sade bir dille yazılmış içeriklerle hem meslektaşlarına hem de geniş okur kitlesine ulaşmayı hedefliyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar