Sabahın ilk ışıklarıyla çalmaya başlayan alarmlar, henüz demlenmeye başlayan kahvenin o davetkâr kokusu, hızla yetişilmeye çalışılan yollar ve takvimlere sıkıştırılmış, nefes aldırmayan hayat planları… Modern insanın gündemi, adeta bir koşturma maratonudur. Her birimiz bu yoğunluk denizinde yüzmeye çalışır, var olmanın kanıtını sürekli bir hareket hâlinde ararız. Bu koşuşturmaya öylesine alışığızdır ki, durup dinlenmeyi, hatta sadece olmayı dahi unuturuz. Ne yazık ki duramama hâli, her zaman ‘daha üretken olmak’ ya da ‘zorunlulukları yerine getirmek’ için ortaya çıkmaz; iç dünyamızdaki o rahatsız edici düşüncelerden ve duygulardan kaçmak için bir perde görevi üstlenir.
Çalışmak, insanın hayata bağlanmasını sağlayan en temel ve kıymetli eylemlerden biridir. Bir iş yapabilmek, üretebilmek ve somut bir çıktı ortaya koymak; var olmanın ve dünyaya bir iz bırakmanın adeta psikolojik kanıtı gibidir. Ancak insan hem kendisine hem de çevresine ‘yeterli’ olduğunu kanıtlama çabası içindeyken, çalışmayı ve yoğunluğu bilinçaltı bir kaçış yolu olarak kullanabilir. Bu kaçışın ardında içindeki boşluk hissi, yoğun kaygıları, geçmişin getirdiği acıları, yetersizlik inançlarını ya da derin bir yalnızlık duygusunu bastırma isteği yatar. Koşturmanın ve sürekli meşguliyetin getirdiği enerji tükenişi ve düşünmeye fırsat kalmaması, geçici bir sükûnet ve huzur sağlar. Bir günü daha yüzleşmeden atlatabilmenin ‘başarısı’, zihne sahte bir rahatlama sunar.
Psikolojik Bir Savunma: Kaçınma Davranışı
Psikoloji biliminde bu sürekli meşguliyet ve kendini yorma durumu, genellikle “kaçınma davranışı” (avoidance behavior) altında incelenir. Kaçınma, yüzleşmekte zorlanılan, acı veren durumlarla, duygularla veya içsel çatışmalarla mücadele etmenin, aslında mücadele etmeme yoluyla ortaya çıkan bir savunma mekanizmasıdır. Yoğunluk, dışarıdan bakıldığında zorunluluklardan doğan bir yükümlülük gibi dursa da, birey için çoğunlukla bilinçli veya bilinçsiz bir tercihtir. Düşünmeye, hissetmeye, kendiyle baş başa kalmaya fırsat bırakmayan bu yüksek tempo, kişinin kendini en etkili şekilde kandırma biçimidir. Çünkü insan, içsel sessizliğin ve duruluğun içinde kendi bastırılmış sesini, çözülmemiş çatışmalarını duymaktan korkar.
Bilinçaltına itilen düşünceler, yıllardır bastırılan duygular, geçmiş travmaların izleri; hepsi o sessizlik anında birer birer su yüzüne çıkma eğilimi gösterir. Bu tehdit edici iç dünyanın kapılarını aralamamak için kişi, sürekli bir hareket hâlinde olmayı tercih eder. Gündemini titizlikle doldurur, uzun planlar yapar, “Yapılacaklar Listesi” uzadıkça içi rahatlar. Her yeni iş, her yeni meşgale, onu kendisinden biraz daha uzaklaştıran bir paravan görevi görür.
Sabah erkenden kalkıp mesaiye koşmak, ardı arkası kesilmeyen toplantılara katılmak, e-postaları kontrol etmek gibi eylemler dışarıdan “üretkenlik” ve “başarı” olarak algılanır. Oysa tüm bu hareketliliğin derinlerinde, sıklıkla bir kaçışın izleri gizlenir: Kimi geçmişteki çözülmemiş bir pişmanlıktan, kimi geleceğe dair kontrol edilemez belirsizlikten, kimi de sadece içindeki sessizliği ve boşluğu duymamak için kaçar. Çünkü o sessizlikte insan, maskesiz, savunmasız ve çıplak hâliyle karşılaşır. Ve bu içsel yüzleşme, bir işi tamamlamaktan çok daha zor ve yorucudur.
Kaçışın Bedeli ve Sessizliğin Çağrısı
Ancak kaçışın her zaman bir bedeli vardır. Zihin, sürekli yapay bir meşguliyet içinde tutulduğunda dinlenemez ve işlevlerini tam olarak yerine getiremez. Bastırılan, ertelenen duygular ise kaybolmaz; biriken enerji misali, er ya da geç, daha güçlü ve kontrolsüz bir şekilde geri dönerler. İnsan, ne kadar hızlı koşarsa koşsun, bastırmaya çalıştığı düşünceler ve duygusal yükler, en beklenmedik anlarda onu yakalar: Uykusuz kalınan bir gecede, radyoda duyulan bir şarkıda ya da aniden durup pencereden dışarı bakılan o kısa mola anında. Kaçtığı her şey, o sessizlik anında yeniden karşısındadır.
Asıl mesele, sadece sürekli bir şeylerle meşgul olmak değil; neden meşgul olduğumuzu ve bu yoğunluğun bizi nereye götürdüğünü fark edebilmektir. Dışarıdan bakıldığında güçlü bir yaşam enerjisinin göstergesi gibi duran bu yoğunluk, içsel sessizliği bastırmanın getirdiği büyük bir yorgunluğun ve tükenmişliğin sonucudur. Kişi, kendi düşüncelerinden kaçtıkça dış dünyada daha fazla koşar, daha çok üretir, ama ironik bir şekilde daha az hisseder. Oysa duygular bastırıldıkça kaybolmaz; görünmez bir el gibi, hayatı ve kararları arka plandan yönlendirmeye başlar. Bir anda gelen anlamsız sıkıntı, sürekli bir huzursuzluk ya da açıklanamayan bir boşluk hissi… Tüm bunlar, zihnin ve ruhun “Artık dur ve dinle” diyen sessiz çağrılarıdır.
Gerçek Üretkenlik: Sessizlikle Yüzleşme Cesareti
Bu noktada yapılması gereken, psikolojik iyi oluşa giden en kritik adımdır: Sessizliği bir düşman olarak görmek yerine, onunla barışmaktır. Düşüncelerle ve bastırılmış duygularla yüzleşmek, ilk başta kaygı verici ve zorlayıcı olsa da sürekli kaçmaktan çok daha kökten iyileştiricidir. Çünkü her yüzleşme, insana kendi iç dünyasını, gerçek ihtiyaçlarını ve kırılganlıklarını biraz daha anlatır. Yoğunluğun getirdiği sahte güvenlik hissine kapılmak yerine arada bir durup derin bir nefes almak ve “Neyi, neden yapıyorum?” diye sormak, ruhun ve zihnin dengesini yeniden kurar.
Gerçek üretkenlik, sadece dışarıya yönelik bir çabayla değil, öncelikle kendini anlayarak ve kabul ederek mümkündür. Bazen hiçbir şey yapmamak, o an için yapabileceğimiz en anlamlı eylemdir. Çünkü insan, sessiz kaldığında nihayet kendi sesini duyar. Ve belki de aradığımız asıl huzur ve denge, bu sesi susturmaya çalışmakta değil, ona kulak vermeye cesaret edebilmektedir.


