Her sabah aynaya baktığımızda yorgun ya da hevesli, umutlu ya da kaygılı benliklerimizin yansımalarını görürüz. Sonra telefon ekranına bakarız: beğeni sayıları, yorumlar, takipçiler… Gerçekten yaşadığımızı, hissettiğimizi, var olduğumuzu paylaşarak onaylatmak ister gibi bir halimiz var. Görünüyor ki modern benlik, kısa bir süre önce keşfettiğimiz içsel benliğimizden çok “paylaştığımız kadarıyla” şekilleniyor.
Peki bu durum kim olduğumuzu nasıl tanımlar? Biz kimiz? Baktığımız kadar mı yoksa başkalarının gördükleri kadar mı?
Bugünlerde “ben kimim?” sorusu, sadece felsefi ya da psikolojik bir merak değil. Neredeyse herkesin kendine sorduğu ama cevabını tam veremediği bir arayış. Çünkü eskiden “kendini tanımak” içsel bir yolculuktu. Sessizlikte, yalnızlıkta, yazarken, düşünürken kendimize yaklaşırdık. Şimdiyse “kendini göstermek” ön planda. Hatta bazen, bir şeyi paylaşmadığımızda o anı gerçekten yaşayıp yaşamadığımızı bile sorguluyoruz. Giderek daha fazla kişi için “ben kimim” sorusunun cevabı çevresindekilerin onu nasıl gördüğüyle şekilleniyor.
Sosyal medyada oluşturduğumuz “dijital benlik” gerçek kimlikimizin yansıması olabilir. Ama çoğu zaman bu yansıma ne tam gerçek ne de tam sahte olabiliyor. Bir şey paylaşmadığımızda sanki o an gerçekten yaşanmamış gibi hissediyoruz. Sırf elimizde içerik olsun diye kahve içtiğimiz, fotoğraf çekmek için bir yere gittiğimiz hatta sadece bir şeyler yapıyor görünmek için çabaladığımız anlar oluyor. Hepimiz bu döngünün içindeyiz. Kimse dışarıdan bakan, her şeyi çözmüş biri değil. Tam tersine hepimiz bu görünürlük kültürünün hem yarattığı hem de içinde var olmaya çalışan bireyleriyiz. İyi anlarımızı gösteriyoruz, güzel çıktığımız kareleri paylaşıyoruz, daha mutlu daha başarılı daha “estetik” görünmeye çabalıyoruz. Bu çaba içinde bazen gerçek duygularımızı, acılarımızı, kırgınlıklarımızı da perde arkasına atıyoruz.
Sosyal medya bize çok şey sunuyor: bağ kurmak, paylaşmak, anlatmak… Ama aynı zamanda bizi belli bir kalıba sokuyor. Ne kadar üretkensin, ne kadar güzelsin, ne kadar yoğunsun, ne kadar iyi bir hayatın var? Bu sorulara verdiğimiz cevaplar bazen gerçekten yaşadıklarımızla değil başkalarının bizde ne görmek istediğiyle ilgili oluyor. Burada bir ikilem ortaya çıkıyor: kendimizi mi tanıyoruz, yoksa başkalarının görmek istediği bir versiyonumuzu mu inşa ediyoruz?
Psikolojideki “ayna benlik” kavramı tam da bu konu için kullanılabilir. İnsan, kendini başkalarının gözünden görmeye başlar. Bir süre sonra bu dış bakış, iç bakışın yerini alır. Öz benlik kaybolmasa da arka plana itilir. Ne hissettiğimizden çok nasıl göründüğümüz önem kazanır. Oysa benlik dediğimiz şey yalnızca gösterilerek değil, hissedilerek de oluşur.
Elbette bu paylaşma ihtiyacı sadece bireysel değildir. Sosyal psikolojiye göre insanın kimliki bir yönüyle sosyal olarak inşa edilir. Yani “biz kimiz?” sorusunun cevabı biraz da “biz kime benziyoruz, kimlerle birlikte hissediyoruz?” gibi sorularla da şekilleniyor. Dolayısıyla hem içsel bir benlikimiz hem de sosyal bir yansımamız var. Sosyal medya bu ikisini çok güçlü biçimde birbirine karıştırabiliyor.
Dahası, sosyal karşılaştırma döngüsü de benlik algımızı etkiliyor. Herkesin en iyi halini gördüğümüz bir dünyada kendi sıradanlığımızla baş başa kalmak bazen ağır gelebiliyor. Bu kıyaslama eksik hissetmemize, yetersizlik duygumuzun ortaya çıkmasına sebep olabiliyor. Oysa kimse her gün harika görünmüyor, kimse her an mutlu değil. Ama bunu bildiğimiz halde izlediğimiz o kesitler sanki gerçekmiş gibi üzerimizde baskı kurabiliyor. Bu da bizi daha fazla gösterme, daha fazla onay alma ihtiyacına itiyor. Ve böylece kendi benlikimizden uzaklaşabiliyoruz.
Ancak bu noktada sosyal medyayı suçlamak kolaycılık olur. Çünkü mesele sadece platformlar değil, bizim onlarla kurduğumuz ilişkidir. Kimi insan sosyal medyada kendine alan açar, gerçekliğini ifade eder. Kimi ise bir karakter yaratır ve zamanla o karakterin gölgesinde yaşamaya başlar. Fark, niyette ve farkındalıktadır.
Peki çözüm ne?
Sosyal medya kullanmamak mı, her şeyden uzaklaşmak mı? Elbette ki hayır. Bu dünya artık bizim hayatımızın bir parçası. Önemli olan görünürle samimiyet arasındaki dengeyi bulmakta. Kendini tanımak ve kendini göstermek birbiriyle çelişmek zorunda değil. Hatta doğru şekilde birleştiğinde biri diğerini besleyebilir. Kendimizi tanıdıkça daha “orijinal” paylaşımlar yapmaya başlayabiliriz. Ve kendimizi samimiyetle ifade ettikçe kendimizi daha yakından tanırız.
Asıl sorun sadece görünmek için var olmakta. Duyguların, düşüncelerin, seçimlerin yerine “izlenme sayısı” geçince içsel olan değerini yitirir. Bu yüzden “ben kimim” sorusu belki de en çok sessizlikte cevap bulur; paylaştığımız anlarda, kendimize doğru dürüst baktığımızda, başkalarının görmediği taraflarımızla yüzleştiğimizde… Ama bu paylaşmamak anlamına gelmez. Sadece paylaşırken kendimize sadık kalmak anlamına gelir.
Sonuç olarak, benlik sadece bakmakla ya da paylaşmakla şekillenmez. “Ben kimim?” sorusunun cevabı hem içsel bir arayışın hem de dışsal ifadenin dengesinde saklıdır. Kendimizi göstermekten korkmadan ama başkalarının beklentileriyle şekillendirmeden yaşamak mümkün. Bazen aynaya, bazen ekranımıza bakarız ama asıl önemli olan her zaman içimize bakmayı unutmamaktır.


