Aidiyet yorgunluğu, bireyin toplumsal, kültürel düzeyde sürekli ait olma ve kabul edilme çabasının yarattığı duygusal, bilişsel ve varoluşsal tükenme durumudur. Bu durum, modern hayatta hem kimliğini bulmaya hem de bir yere ait olmaya çalışan insanın yaşadığı içsel sıkışmışlık hali olarak gözlemlenebilir. Özellikle ergenlik döneminde gözlemlediğimiz “Ben kimim?” sorusunun cevaplanamaması aidiyet duygusunun anlam bulamamasına yol açabilir.
Kabul ve Kimlik İhtiyacı
Aidiyet duygusu, insanın en temel yapı taşlarından biridir. Bir ihtiyaç olduğu söylenir. İnsanlar aidiyet duygusunu yaşamak isterler. Bu duygu, kişinin kendisini tanımlamasında bir yoldur. İnsan ilişkisel bir varlıktır; duygusal güvenliğini, yakınlık ve kabul gördüğü bağlar üzerinden yapılandırır. Bowlby, bize ilişkilerin bireyin ileriki yaşamında kuracağı tüm ilişkilerin temel örüntüsünü oluşturduğunu gösterir.
Ait olma arzusu yalnızca toplumsal değil, aynı zamanda biyolojik ve duygusal bir gerekliliktir. Özellikle ergenlikle başlayan kimlik gelişimi sürecinde uyum, yeterli kabul ve tanınma önemlidir. Birey ait hissedeceği bir alan bulamazsa bu arayış yorgunluğa dönüşebilir ve kimlik karmaşası yaşanabilir.
Aidiyet kavramı varoluşsal alanla da yakından ilgilidir. Anlam arayan insan, aidiyet kavramıyla hayatına anlam bulabilir. Irvin D. Yalom ve Viktor Frankl gibi varoluşsal psikoloji temsilcileri, insanın hayatta anlam bulma çabasının çoğu zaman “bir yere, bir gruba, bir inanca ya da bir değere ait olma” üzerinden şekillendiğini vurgularlar. Çünkü ait olmak; anlaşıldığımızı, kabul edildiğimizi gösterir.
Ancak aidiyet kavramı modern toplumla birlikte değişmeye başlamıştır. Artık sabit bağlar değil, geçici ve çoklu ilişkiler ön plana çıkar. Sosyal medyanın etkisiyle insanlar yalnızca kim olduklarını değil, kim olduklarını nasıl “gösterdiklerini” de yönetmek zorundadır. Küreselleşmenin etkisi ve sosyal medyadaki çeşitlilik kimlik kavramını etkiler ve aidiyet duygusunu yorucu hale getirebilir.
Aidiyetin Tükenmeye Dönüşmesi
İnsan günlük hayatının pek çok alanında, örneğin işte, okulda hatta arkadaş çevresinde uyum sağlamaya çalışır. Sevmediği filmi sevdiğini, sevdiği yemeği sevmediğini söyleyebilir. Sürekli uyum çabası bazı sonuçlar ortaya çıkarır. Sürekli ait olma çabası, kişide zihinsel bir yorgunluğa yol açabilir.
Psikolojide bu durum, Carl Rogers’ın “koşulsuz kabul” kavramıyla ilişkilendirilebilir. Rogers’a göre sağlıklı bir benlik, koşulsuz kabul gördüğünde gelişir ama günümüz dünyasında kabulün koşullu hale geldiği gözlemlenebilir. Bu noktada aidiyet, huzurdan uzaklaşıp bir performans durumuna gelebilir. Bu ortam, kişide iç çatışmaya yol açarken benlik bütünlüğünü zedeler ve varoluşsal bir yorgunluğa dönüşebilir.
Festinger’e (1954) göre, bireyler görüş ve yeteneklerini değerlendirmek için sıklıkla kendilerini başkalarıyla karşılaştırma eğilimindedirler. Sosyal medyada “daha çok kabul gören” insanlar gördüğümüzde aidiyet arayışımız tetiklenebilir ama aynı anda öz saygımızı da etkileyebilir. Bir süre sonra kişinin yaşadığı içsel çatışmalar ve yetersizlik düşünceleri kendilik algısında tükenmeye yol açar.
Aidiyet Yorgunluğunun Dönüştürülmesi
Aidiyet yorgunluğu sadece negatif değildir ya da bir sonuç değildir; sürecin kendisidir. İnsanın kendini tanıması yolunda bir basamak olabilir. Önemli olan bu sürecin devamıdır. Kısaca, aidiyet yorgunluğunun yalnızca bir sorun ya da tükenme hali olarak değil, aynı zamanda bir farkındalık ve içsel dönüşüm fırsatı olarak da ele alınabilir.
Çevresel faktörlerle edinilen uyumlu olma hali kendi benliğinden uzaklaştırabilir. Ancak bu yabancılaşma benlikle yeniden temas kurma potansiyeli de taşır. Kendi değerlerimizi keşfederek kendimizle bağ kurabiliriz. Aidiyet için gösterilen çaba, benlik için atılan bir adıma dönüşebilir. Bu süreç artık ait olma zorunluluğundan kendini anlama sürecine dönebilir.
Kendine ait olabilir. Varoluşsal psikoloji, bu dönüşümü anlamak için önemli bir çerçeve sunar. Viktor Frankl’a göre insanın temel motivasyonu haz veya güç değil, anlam arayışıdır. Aidiyet ihtiyacı da bu bağlamda, anlamı aramanın dolaylı bir biçimi olarak görülebilir. İnsan, bir topluluğa ait olarak değil, o topluluğun içinde anlamlı bir yer edinerek var olmak ister.
İnsan bu anlam için ilk kendini anlamalıdır. Kaygının yol açtığı sorularla birlikte aslında beklenmeyen bir kazanım ortaya çıkabilir. “Kime ait olmalıyım?” sorusu “Kendime nasıl ait olabilirim?” sorusu ile değiştirildiğinde, kişi dışsal onay arayışından kurtulup içsel bütünlüğe yaklaşır. Böylece benlik hakkında farkındalık kazanılıp özşefkat geliştirilebilir. Kişi dışsal bağlara değil, içsel anlamlara tutundukça “aidiyet” bir kimlik değil, bir bilinç durumuna gelir.
Kaynakça
-
Bowlby, J. (1969). Attachment and loss: Vol. 1. Attachment.
-
Rogers, C. R. (1961). On becoming a person: A therapist’s view of psychotherapy.
-
Festinger, L. (1954). A theory of social comparison processes. Human Relations, 7(2), 117–140.
-
Yalom, I. D. (1980). Existential psychotherapy.
-
Frankl, V. E. (1946/2006). Man’s search for meaning (R. W. Richardson, Trans.).
-
Erikson, E. H. (1968). Identity: Youth and crisis.