Hayatımızda yerini dolduramadığımız bazı şeyleri, başka dürtüleri fazlasıyla kullanarak yerine koymaya çalışırız. Bazen bu başarı hırsına dönüşür, bazen alışveriş bağımlılığına ya da ilişkilerdeki doyumsuzluğa… İçimizde eksik kalan bir boşluğu, dışarıdan gelecek bir tatminle kapatabileceğimize inanırız. Oysa bu çabalar, çoğu zaman bir yanılsamadır. Çünkü asıl eksiklik, yüzleşilmemiş duyguların ve bastırılmış duyguların oluşturduğu derin bir içsel boşluktur.
Esasen bu durumu anlamak için bilinçaltı kavramına bakmak gerekir. Freud’a göre insan davranışlarının büyük bir kısmı bilinçaltı tarafından yönlendirilir. Bilinçli zihnimiz ne kadar güçlü görünse de, bastırılmış duygular, travmalar, çocukluk anıları, hayal kırıklıkları ve karşılanmamış ihtiyaçlar, bilinçaltında birikir. Bu birikim, hayatımızın ilerleyen dönemlerinde çeşitli şekillerde kendini gösterir: davranışsal bozukluklar, ilişkisel problemler, kimlik karmaşası, bağımlılıklar veya psikolojik semptomlar…
Çoğu zaman bu boşluğun tohumları çocukluk yıllarında atılır. Özellikle ilk bağlanma deneyimleri, bireyin psikolojik gelişiminde kritik rol oynar. John Bowlby’nin bağlanma kuramına göre, bir çocuğun temel bakım vereniyle kurduğu ilişki, onun dünyaya, başkalarına ve kendine dair inançlarını şekillendirir. Güvenli bağlanma yaşayamayan bireyler, yetişkinlikte sürekli bir onay arayışında olabilir ya da bağlanmaktan korktukları için insanlardan uzak durmayı tercih edebilirler.
Bilinçaltında saklanan bu duygular, günümüz davranışlarına sızar. Bir bakış, bir söz ya da bir sessizlik bile, geçmişte yaşanmış travmatik bir deneyimi tetikleyebilir. Bu nedenle bazen tepkinin büyüklüğü, o an yaşanan olayla değil, geçmişin bastırılmış duygularıyla ilgilidir. Psikanalitik yaklaşıma göre, bu tür tepkiler “yeniden canlandırma” (re-enactment) olarak tanımlanır. Kişi, farkında olmadan eski bir duygusal sahneyi tekrar yaşamaya başlar.
İçimizde büyüyen boşluk, dış dünyada tatmin arayışını tetikler. Bu, kimi zaman işkoliklik, mükemmeliyetçilik ya da aşırı kontrol ihtiyacı şeklinde tezahür eder. Ancak bu başarı ya da kontrol arzusu, gerçek bir öz-değer duygusuna değil, derin bir yetersizlik hissine dayanır. Kendini yeterli hissetmeyen birey, sürekli kendini ispatlama ihtiyacı duyar. Bu döngü, uzun vadede tükenmişlik, depresyon ve anksiyete gibi ruhsal sorunlara yol açabilir.
Psikodinamik kuram bu noktada iç dünyadaki çatışmaları anlamaya çalışır. Bastırılmış duyguların, savunma mekanizmaları yoluyla dış dünyaya nasıl yansıdığını inceler. Örneğin, duygusal reddedilmeye maruz kalmış bir çocuk, yetişkinlikte insanlara karşı mesafeli ve soğuk olabilir. Bu bir tür “reaksiyon formasyonu”dur: hissettiği ihtiyaç tam ters davranışla maskelenmiştir.
Bu nedenle birçok insan kendi kendisinin düşmanına dönüşür. İçindeki sessiz çığlıkları duymazdan gelir. Oysa bu çığlıklar, anlaşılmak, görülmek ve sarılmak isteyen bir iç çocuğun fısıltısıdır. İyileşme ise, bu fısıltıları duymaktan, yani yüzleşmekten geçer.
Psikoterapi süreçleri, bireyin bastırılmış duygularına güvenli bir ortamda yaklaşmasına olanak tanır. Özellikle içgörüye dayalı terapi yöntemleri (psikodinamik terapi, varoluşçu terapi, şema terapi gibi), kişinin geçmiş deneyimlerinin bugünkü davranışlarını nasıl etkilediğini anlamasını sağlar. Bilişsel davranışçı terapide ise, bu duyguların düşünce kalıpları üzerindeki etkisi analiz edilir ve daha sağlıklı bakış açıları geliştirilmeye çalışılır.
Bilinçaltındaki bu sessiz çığlıklar, bastırıldıkça başka yollarla ifade bulur. Somatik psikolojiye göre, bastırılmış duygular yalnızca ruhsal değil, bedensel semptomlar da yaratabilir. Kas gerginlikleri, kronik yorgunluk, mide problemleri ya da uyku bozuklukları gibi psikosomatik belirtiler, bastırılmış duyguların bedendeki izleridir. Bu yüzden bedenin sesini dinlemek de, psikolojik sağlığın önemli bir parçasıdır.
Gerçek iyileşme, bireyin kendine dürüstçe bakabilmesiyle başlar. “Gerçekten mutlu muyum?”, “Bu çabam, içsel bir boşluğu mu doldurmaya çalışıyor?” gibi sorular, yüzleşmenin ilk adımıdır. Bu tür sorular, içsel dönüşümün kapılarını aralar. Çünkü değişim, ancak farkındalıkla mümkündür.
İyileşme süreci çoğu zaman sancılıdır. Ancak bu sancı, dönüşümün doğum sancısıdır. Kendini anlamak, geçmişteki acıları inkâr etmek değil, onları onurlandırmaktır. İçimizdeki çocuğa şefkatle yaklaşmak, onun duyulmamış çığlıklarına kulak vermek, bireyin kendisiyle barışmasını sağlar.
Bilinçaltının sessiz çığlıklarını duymak, hem bireysel farkındalığın hem de ruhsal olgunluğun başlangıcıdır. Gerçek özgürlük, dışsal beklentilerden sıyrılıp içsel gerçekliğimizle temasa geçtiğimizde başlar. Ve belki de ilk kez bu farkındalıkla, içimizdeki o küçük çocuk, gerçekten görülmüş ve anlaşılmış olur.