İnsanlar neden belirli kişilere ilgi duyar, neden bazı ilişkilerde tutkulu bağlar oluşurken bazıları daha kısa sürede tükenir? Bu soruların yanıtı, yalnızca duygularla değil; bireyin öğrenme süreçleriyle, geçmiş deneyimlerle ve aşk tanımlamasıyla birlikte değerlendirilmelidir.
Psikolojide sıkça üzerinde durulan bir konu, aşkın tamamen “özgür bir irade” ile mi yoksa öğrenilmiş davranış örüntüleriyle mi oluştuğudur. Aşk, sadece kalbin değil, aynı zamanda zihnin ve geçmişin de bir yansımasıdır. Çünkü bireyin gölge yönleri, bilinç dışının derinliklerinde karşı cinse karşılık gelen arketipsel yönleri beraberinde barındırıyor. Bu arketipler bireylerin erken çocuklukta inşa ettikleri ebeveynlik algısıyla şekillenerek; partner seçimlerinde ve buna bağlı olarak romantik ilişkilerinde bireyselleşme ve kendini gerçekleştirme (individuation) serüveninde önemli rol oynamaktadır. Yani kimi zaman “aşık olduğumuz kişi” aslında çocuklukta tamamlanmamış bir duygusal ihtiyacın temsili olabilir.
John Bowlby ve Mary Ainsworth’un Güvenli, Kaygılı ve Kaçıngan stillerinden oluşan “Bağlanma Kuramı”; bireylerin erken çocukluk döneminde ebeveyniyle kurdukları bağın, romantik ilişkilerinde sağlıklı bir bağlanma için belirleyici bir rol oynadığı yönünde yorumlanabilir.
Öte yandan Carl Jung’un çalışmalarında “Gölge (Shadow)” kavramına baktığımız zaman, bireyin erken çocukluktan yetişkinliğe giden dönemde; ebeveyniyle bağlanmada ihmal sonucu ortaya çıkabilecek travmalarını, bilinç dışına iterek gölge yönlerini oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bu bağlamda bireyin gölge yönlerinin bilinç dışının derinliklerinde karşı cinse karşılık gelen arketipsel yönleri barındırdığını vurgulamıştır. Bu durumda “Anima” kavramının erkeklerin bilinç dışında yatan kadın tarafı olduğunu belirtirken, “Animus” kavramının kadınların bilinç dışında yatan erkek tarafına karşılık geldiğini belirtmiştir.
Bu arketipler bireylerin erken çocuklukta inşa ettikleri ebeveynlik algısıyla şekillenerek; partner seçimlerinde ve buna bağlı olarak romantik ilişkilerinde bireyselleşme ve kendini gerçekleştirme (individuation) serüveninde önemli rol oynamaktadır. ‘The Perks of Being a Wallflower’ filminde ‘We accept the love we think we deserve.’ yani ‘Hak ettiğimizi düşündüğümüz sevgiyi kabul ederiz.’ şeklinde bu etkili replik geçer. Sevgi biçimlerimizin bilindışı koşullanmalara dayandığını vurgularken, aynı zamanda bu durumun özdeğerle de ilişkili olduğunu söylemeyi mümkün kılıyor.
Romantik İlişkilerde Projeksiyon Mekanizması
Erken çocuklukta şekillenen bağlanma stili; anima/animus algımızı şekillendirerek gölge yanlarımızı oluştururken, baş etme mekanizmamızı ve nasıl yüzleşeceğimizi şekillendirir. Bireyin gölge yönü romantik ilişkilerinde yaşadığı çatışmalarda ortaya çıkarak, regresyon yaşamasına sebep olabilir.
“Psikolojik Trigger” dediğimiz tetikleyiciler, geçmişte yaşanan travmatik, stresli ya da yoğun duygusal bir deneyimi hatırlatan ve kişide güçlü duygusal tepkilere neden olan herhangi bir uyaran ya da durumların tümünü kapsayabilir. İlişkilerde bir ses, koku, görüntü, davranış ya da konuşma biçimi bile bu tür tetikleyiciler arasında yer alabilir. Trigger’lar, bireyin o anki ruh halini aniden değiştirebilir ve bazen panik, öfke, kaygı gibi tepkilere yol açarken depresyona da sürükleyebilir.
Ancak bu tür tetiklenme anları ilişkilerimizde ham durumda olabilecek, bastırılmış ya da işlenmemiş duygularımızı fark etmemiz için bir fırsat da sunar. Her tetikleyici, içsel bir duruma işaret eder ve bu olumsuz duruma şefkatle yaklaşmak, onunla yüzleşmek ve iyileştirmek için bir kapı aralayabilir. Bu yüzden, tetiklenmeler ilişkilerde yalnızca zorlayıcı değil, aynı zamanda dönüşüm ve iyileşme için bir fırsat olabilir. Bu bağlamda romantik ilişkiler, gölge yönlerimizin oluşturduğu bilinç dışımızın ve bağlanma biçimimizin sahnesi işlevindedir. Bu yüzden ilişkiler, bireyin kendini inşa ettiği serüveninde; bireyselleşme ve kendini gerçekleştirmesi açısından önemli bir alan tanıyabilir.
Bu yüzden Klasik Koşullanma kuramına göre, geçmişte haz, güven ya da heyecan duyduğumuz deneyimler, benzer durumlarla karşılaştığımızda yeniden tetiklenir. Bu da aşkı, yalnızca bir kişiyle değil, o kişiye dair duygusal çağrışımlarla yaşadığımız bir deneyime dönüştürür.
Öte yandan Şema Terapi ise, aşkın kimi zaman erken dönemde oluşmuş “duygusal şemalara” çarpıcı bir yanıt olduğunu söyler. Sevildiğini hissettirmeyen biriyle yoğun bağ kurmak, çoğu zaman “onaylanma ihtiyacı” ya da “terk edilme korkusu” gibi şemaların tetiklendiği anlamına gelebilir. Bu noktada, “Aşık olduğumuz kişiyi bilinçli olarak mı seçiyoruz, yoksa içsel kalıplarımıza en çok uyan kişiyi mi seçiyoruz?” soruları doğar.
Nörobilimsel açıdan baktığımızda ise aşk, dopamin ve oksitosin gibi nörotransmitterlerin yoğun salgılandığı bir durumdur. Bu da kişiye bir tür “ödül” hissi yaratır. Bu nedenle, aşk sadece duygusal değil, aynı zamanda biyolojik bir süreçtir.
Geçmişte haz, güven ya da heyecan duyduğumuz deneyimler, benzer durumlarla karşılaştığımızda yeniden tetiklenir. Bu da aşkı yalnızca bir kişiyle değil, o kişiye dair duygusal çağrışımlarla yaşadığımız bir deneyime dönüştürür. Freud bununla ilgili ‘Birbirimizi rastgele seçmiyoruz. Sadece bilinçaltımızda var olanlarla tanışıyoruz.’ demiştir. Bu yönde ‘aşık olduğumuz kişi’ aslında çocuklukta tamamlanmamış bir duygusal ihtiyacın temsili olabileceğini söylemek mümkün.
Kaynakça
Bowlby, J. (2012). Bağlanma: Bağlanma, ayrılma ve kaybetme üzerine araştırmalar – Cilt 1 (T. V. Soylu, Çev.). Pinhan Yayıncılık.
Fromm, E. (2022). Sevme sanatı (İ. Yerguz, Çev.). Say Yayınları.
Jung, C. G. (2019). Dört arketip (Z. A. Yılmazer, Çev.). Say Yayınları.
Young, J. E., Klosko, J. S., & Weishaar, M. E. (2020). Şema terapi: Kişilik bozukluklarını anlamak ve değiştirmek (T. Karaosmanoğlu, Çev.). Litera Yayıncılık.
Hendrix, H. (2019). Aradığınız aşkı bulmak (T. K. Karaca, Çev.). Butik Yayıncılık.

