Modern psikolojinin en köklü ve canlı tartışmalarından biri, insan davranışlarını neyin belirlediğine dairdir. Bizi harekete geçiren şey, sabit kişilik özelliklerimiz mi yoksa karşılaştığımız çevresel faktörler mi? Başka bir deyişle, eylemlerimiz kim olduğumuzu mu yansıtır, yoksa yalnızca içinde bulunduğumuz durumların ürünü müdür? Psikoloji literatüründe “kişilik-durum tartışması” olarak bilinen bu kuramsal ayrım, bireyin davranışlarını anlamada hangi faktörün daha baskın olduğu konusundaki görüş ayrılıklarını temsil eder ve günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan dinamik bir tartışmadır.
Bu tartışmanın modern psikolojideki görünürlüğü, Walter Mischel’in 1968 tarihli eseri Personality and Assessment ile artmıştır. Mischel, bireylerin farklı durumlarda sergiledikleri davranışların birbiriyle yeterince tutarlı olmadığını öne sürmüş ve kişilik özelliklerinin davranış üzerindeki etkisinin sınırlı kaldığını savunmuştur. Bu görüşünü destekleyen ampirik bulgular, bir bireyin bir bağlamdaki davranışının başka bir bağlamdaki davranışı öngörme gücünün genellikle düşük kaldığını göstermiştir (korelasyonlar sıklıkla r = .30–.40 düzeyindedir). Bu veriler, kişilik özelliklerinin sabitliği ve evrenselliği gibi geleneksel yaklaşımları sarsmıştır.
Ancak Mischel’in iddiaları yoğun eleştirilerle karşılanmıştır. Eleştirmenler, Mischel’in literatür taramasının seçici olduğunu ve bazı çalışmaların metodolojik sınırlılıklarının göz ardı edildiğini ifade etmiştir. Ayrıca, davranış bilimlerinde r = .40 düzeyindeki korelasyonun küçümsenmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Funder ve Ozer (1983), Milgram’ın klasik otoriteye itaat deneyinde benzer bir korelasyon (r = .36) bulunduğunu belirterek, kişilik değişkenlerinin istatistiksel açıdan anlamlı ve pratikte geçerli sonuçlar doğurabileceğini ileri sürmüştür.
Mischel’in eleştirileriyle güç kazanan durumculuk (situationism) yaklaşımı ise, bireylerin davranışlarının büyük ölçüde sosyal bağlam, roller, otorite ilişkileri ve normatif beklentiler tarafından şekillendiğini savunur. Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri, Philip Zimbardo’nun 1971 yılında gerçekleştirdiği Stanford Hapishane Deneyi’dir. Deneyde, 24 sağlıklı erkek üniversite öğrencisi rastgele şekilde “gardiyan” ve “mahkûm” rollerine atanmış, deney ortamı ise Stanford Üniversitesi’nin bodrum katında yapay bir hapishane ortamı olarak kurgulanmıştır. İki hafta sürmesi planlanan deney, yalnızca altı gün içinde katılımcıların ciddi psikolojik tepkiler göstermesi üzerine sonlandırılmıştır.
İlk günlerde rollerin doğallığı korunmuşken, kısa sürede gardiyanlar otoriter, küçümseyici ve zaman zaman zalimce davranışlar sergilemeye başlamış; mahkûmlar ise pasifleşmiş, stres seviyeleri yükselmiş ve bazıları duygusal çöküntü yaşamıştır. Bu durum, sosyal rollerin, güç ilişkilerinin ve bağlamsal baskıların birey davranışları üzerinde ne denli güçlü etkiler yaratabileceğini ortaya koymuştur.
Yine de bu deneyin yalnızca bağlamsal etkilere dayandırılarak açıklanması yetersiz olabilir. Carnahan ve McFarland (2007), “hapishane temalı psikolojik deney” çağrısına, genel deney çağrılarına göre dört kat daha fazla başvuru olduğunu ve başvuran kişilerin daha yüksek otoriterlik ve saldırganlık eğilimleri gösterdiğini ortaya koymuştur. Bu bulgular, deneyde yer alan bireylerin kişilik özelliklerinin, davranışsal sonuçlar üzerinde etkili olabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla Stanford Hapishane Deneyi, yalnızca bağlamsal etkileri değil, aynı zamanda bireysel farklılıkların da davranış üzerinde etkili olduğunu gösteren güçlü bir etkileşimcilik (interactionism) örneğidir.
Bu bakış açısı, kişilik özelliklerini tamamen reddetmektense, onları bağlama duyarlı bir biçimde yeniden anlamlandırmayı mümkün kılar. Fleeson’un (2001) yoğunluk dağılımı modeli, kişiliği sabit davranış örüntülerinden ziyade, bireyin farklı durumlar karşısında sergilediği davranışların zaman içerisindeki dağılımı olarak tanımlar. Bu yaklaşım, kişiliği durağan değil, bağlamsal değişkenliklere açık ve dinamik bir olgu olarak konumlandırır.
Bu gelişmeler doğrultusunda, günümüzde davranış bilimlerinde kabul gören eğilim, kişilik özellikleri ile çevresel faktörlerin birbirinden bağımsız değil; sürekli etkileşim hâlinde olduğu yönündedir. Etkileşimci yaklaşıma göre bireyler yalnızca içinde bulundukları ortamların etkisiyle hareket eden pasif varlıklar değil; aynı zamanda hangi ortamlarda bulunacaklarını seçebilen, bu ortamları kendi davranışlarıyla şekillendirebilen ve zamanla dönüştürebilen bireylerdir (Buss, 1987).
Etkileşimcilik yaklaşımı üç temel boyutta ele alınabilir:
● Karşılıklı etki: Belirli kişilik özelliklerinin davranış üzerindeki etkisi, bazı durumlarda daha belirgin hâle gelir. Örneğin, empati düzeyi yüksek bir birey, grup içi çatışmaların yoğun olduğu bir ortamda arabulucu bir rol üstlenebilirken, rekabetin öne çıktığı bir bağlamda bu özelliğini daha az gösterebilir.
● Seçici maruziyet: Bireyler, kişilik özelliklerine uygun ortamları seçme eğilimindedir. Risk almayı seven kişiler daha heyecanlı veya belirsizlik içeren ortamlara yönelirken, güvenliği önemseyen bireyler daha yapılandırılmış ve öngörülebilir ortamları tercih edebilir.
● Ortamı dönüştürme: İnsanlar sadece bulundukları çevreye uyum sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bu ortamları kendi davranışlarıyla da etkileyebilir. Örneğin, saldırgan eğilimlere sahip bireyler bir grup içinde çatışmaları körükleyebilirken, daha uzlaştırıcı bireyler aynı ortamda huzur sağlayıcı bir rol üstlenebilir.
Sonuç olarak, kişilik-durum tartışması artık “hangisi daha önemli?” sorusuyla değil, “bu iki unsur hangi koşullarda, nasıl etkileşir?” sorusuyla ele alınmaktadır. İnsan davranışı, ne yalnızca kişilik özelliklerinin ne de yalnızca çevresel faktörlerin ürünü olarak açıklanabilir. Davranışı anlamak, bu iki değişkenin dinamik ve karşılıklı etkileşimini çözümlemekle mümkündür.
Kaynakça
Buss, D. M. (1987). Selection, evocation, and manipulation. Journal of Personality and Social Psychology, 53(6), 1214–1221. https://doi.org/10.1037/0022-3514.53.6.1214
Carnahan, T., & McFarland, S. (2007). Revisiting the Stanford prison experiment: Could participant self-selection have led to the cruelty? Personality and Social Psychology Bulletin, 33(5), 603–614. https://doi.org/10.1177/0146167206292689
Fleeson, W. (2001). Toward a structure- and process-integrated view of personality: Traits as density distributions of states. Journal of Personality and Social Psychology, 80(6), 1011–1027. https://doi.org/10.1037/0022-3514.80.6.1011
Funder, D. C., & Ozer, D. J. (1983). Behavior as a function of the situation. Journal of Personality and Social Psychology, 44(1), 107–112. https://doi.org/10.1037/0022-3514.44.1.107
Mischel, W. (1968). Personality and assessment. John Wiley & Sons Inc.
Zimbardo, P. G. (2007). The Lucifer effect: Understanding how good people turn evil. New York: Random House.