Bazı yaralar görünmezdir. Ne röntgende çıkar, ne ağrıların için gittiğin hastanenin testlerinde. Ama yaşarsın, ağrıların gerçektir, bunu hissedersin ama sonuçların hep temizdir. O zaman anlarsın o ağrı aslında beyninde, kalbinde oluşan geçmişin sancısıdır. Bir bakışı yanlış yorumlarsın, bir sessizlik sana terk edilmek gibi gelir. Biri seni yok saydığında içinde öyle büyük bir acı, öfke veya korku oluşur ki, çevrendekiler anlam veremez. Oysa sen bilirsin…
Orası, bir zamanlar çocukken bile kimsenin dokunmadığı bir yer. Belki görülmediğin için oluşur, belki çocukken susmak zorunda kaldıkların için oluşur, belki aldığın erken sorumluluklar yüzünden çocuk olmayı hiç görmediğin için oluşur.
Bu yazıyı okuyan herkesin ortak bir noktası var: Bir zamanlar çocuktuk ama her çocuk, “çocuk” gibi hissedemedi. Bazılarımız çok erken büyüdü. Bazılarımız görülmedi, duyulmadı. Bazılarımıza ise sadece fiziksel olarak bakıldı; ama ruhları hep aç kaldı.
Duygusal ihmal, yalnızca yoklukla değil; bazen var olanın yanlışlığıyla da başlar. Ebeveyn fiziksel olarak oradadır ama duygusal olarak yok gibidir yani varlığıyla yokluğu iç içedir. Çocuğunu duyar ama dinlemez, görür ama hissetmez. Bu durum ise çocuğa fark edilmediği, anlaşılmadığı ve önemsenmediği hissini verir. Zamanla çocuk, anlaşılmayacağını fark eder ve kendi duygularını bastırmayı öğrenir. Çünkü duygularını göstermek, onu görünür kılmamıştır. Böylece duygularını tanımayan, sınırlarını belirleyemeyen ve sevilmek için “uyumlu” olmaya çalışan bir yetişkin gelişir. Ve o yetişkin, kurduğu ilişkilerde sık sık kendini yetersiz, değersiz ve güvensiz hisseder. İçten içe hep bir korkuyla yaşar: Ya terk edilirsem? Ya yeterince iyi değilsem? Ya sevilmeye layık değilsem?
Bu duygularla başa çıkmanın yolları ise genellikle iki uçta şekillenir:
Ya sürekli kendinden vererek, sevgiyi fedakârlıkla karıştırır; ya da duvarlar örerek kimseyi içeri almaz. Birinde kendini kaybeder, diğerinde yalnızlığa mahkûm olur.
İçinde hep bir eksiklik duygusu taşır. Hatta bazen kişi, yaşadığı sıkıntının nedenini kendinde arar: “Bir şeyleri yanlış yapıyor olmalıyım.” diye düşünür. Oysa sorun kendisinde değil; bir zamanlar ona doğru şekilde verilmeyen sevgidedir. Bilmediği bir dili öğrenmeye çalışmaktadır. Sevginin neye benzediğini, ne hissettirmesi gerektiğini tanımaya uğraşır. Çünkü çocukken sevmeyi öğretmesi gerekenler, bunu olması gerektiği gibi yapamamıştır.
Ama bu eksiklik bir anda ortaya çıkmaz. Bir çocuğun kalbi, ilk olarak evinde tanıdığı ilişkilerle şekillenir. O kalp, en çok da ihmalle incinir. Çünkü ihmal, sadece bir şeyin yapılmaması değildir; bazen fazla, bazen eksik, bazen dengesiz şekilde verilmesiyle oluşur. Çocuğa sevgi gösterilirken bile koşullara bağlanıyorsa ya da duygusal ihtiyaçları sürekli erteleniyorsa, ihmal yine oradadır.
Ebeveyn bazen çok ilgilidir ama sonra aniden soğuklaşır. Bir gün “aferin” der, ertesi gün yokmuş gibi davranır. Sevgi, çocuğun gözünde tutarsız ve şartlı hale gelir. Bir çocuk için bu şu anlama gelir:
“Ben görünür olmak için çaba göstermeliyim, dikkat çekmeliyim.”
“Sevilmek için sessiz, uslu ya da başarılı olmalıyım.”
“Ben olduğum gibi değil, beklenen gibi olursam değerliyim.”
İşte bu inançlar, yıllar sonra yetişkinliğe taşınır.
Ve o yetişkin:
• Başarıyı sevgiyle karıştırır.
• Sevilmek için hep kendinden ödün veren olur.
• Terk edilmemek için sınırlarını yumuşatır, sessizleşir.
• Birini mutlu etmeyi kendi mutluluğunun önüne koyar.
Çünkü bir zamanlar “sevilmek için bir şey olmam gerekti” diye öğrenmiştir.
Ve bu öğrenilen şey, zamanla bir kimliğe dönüşür.
Bazen de anne-baba sevgisi yalnızca fiziksel ihtiyaçlarla sınırlı kalır. Karnın doyar, üstünü giyersin ama biri “Bugün nasılsın?” diye sormaz. Duygularınla ilgilenen, seni anlamaya çalışan biri olmaz. Bir çocuk, yalnızca duyguları onaylandığında kendini güvende hisseder. Ama eğer çocuk sürekli “ağlama”, “abartıyorsun”, “senin yüzünden yorgunum” gibi tepkilerle büyürse, zamanla duygularını yok sayar, ihtiyaçlarını görmezden gelir, içinde fırtınalar koparken bile gülümsemeye çalışır.
Sonra bir gün, o bastırılmış duygular, bir ilişkide patlar. Kıskançlık, öfke, kaygı, terk edilme korkusu gibi duygular, anlaşılmadıkça büyür.
Güvensiz bağlanma, bu çocukluk deneyimlerinin en doğal sonucudur. Bir ebeveyn seni bir gün sevip diğer gün reddettiğinde, iç dünyanda kaos başlar. Sevgiye güvenemezsin. Sevgiyle birlikte acı da geleceğine şartlanırsın. Sonra büyürsün ve aynı döngüyü tekrar edersin. Ulaşılamaz insanlara âşık olur, seni sevmeyenleri kovalamaya çalışır, seni sevenlerden sıkılırsın. Çünkü zihin, tanıdığı şeyin peşine düşer. Travmayı yeniden üretir, sadece bu kez “kontrol etmeye” çalışarak. Kişi birinin sevgisini kazanmak için uğraşırken aslında çocukluğundaki sevgisizliğin intikamını almaya çalışıyordur ama başaramaz.
Çünkü bu yara, dışarıdan alınan hiçbir sevgiyle kapanmaz. Bu yara, içeriden iyileştirilmek zorundadır. Travmalar sadece büyük olaylarla oluşmaz. Herkes travmanın fiziksel şiddet, ağır kayıplar, kazalarla ilgili olduğunu düşünür. Ama duygusal travma en sessiz olanıdır. Kimse fark etmez, sen bile uzun süre anlamazsın. Sadece şunu bilirsin: Hayat çok yorucu, ilişkiler zor, insanlar anlaşılmaz, sen biraz fazla duyarlısın, belki de fazla “kırılgan”… Ama gerçek bu değil, gerçek şu: Sen duyarlısın çünkü zamanında seni anlamaları gerekirdi ve anlamadılar.
Bugün seçtiğin partnerler, arkadaşların, onlara verdiğin ikinci şanslar… Hepsi o küçük çocuğun hak ettikleri ve haykırışı: “Lütfen beni bırakma, beni gör, beni sev, beni her halimle kabul et, beni onayla ve takdir et.”
Ama bunu senin için kimse bunu başaramaz, çünkü o ihtiyaç yıllar önce ebeveynlerin tarafından karşılanmalıydı.
Şimdi senin görevin, başkalarının yapamadığını kendin için yapabilmek. Kendini anla, hak ver, kabul et, takdir et ve sarıl. Çünkü çocukken hak ettiğin sevgiyi, artık sadece sen verebilirsin. Ve bunu yapmaya başladığında, ilişkiler değişecek. Birini kurtarmaya çalışmaktan vazgeçeceksin, sevilmek için şekilden şekle girmeyeceksin, yalnız kalmamak için “yetinmeyeceksin”.
Kısacası, birçok kişi, içindeki eksikliği “dışarıdan biri” tamamlayınca iyileşeceğini sanır. Oysa eksiklik içerideyse, çare de içeridedir. O çocuk hâlâ senin içinde ve sana bakıyor. İyileşme bir cesaret işidir. Kendine bakabilme, kendini tanıyabilme, geçmişi inkâr etmeden onunla yüzleşebilme cesareti.
Ve inan, bu umut çocukluğundaki sende, bu cesaret yetişkinliğindeki sende var. Çünkü sen, yıllardır o çocukla birlikte yaşamayı başardın.
Şimdi ona dön ve de ki:
“Bundan sonrasını birlikte iyileştireceğiz.”