Bu satırlarda sadece kendinizin duyduğu o iç sesle tanışmanızı istiyorum. Yanlış okumadınız. Senelerdir sadece siz duyuyorsunuz ama henüz tanışmadınız. Hadi başlayalım. Zaman zaman, hatta belki gün içinde fark etmeden çokça kez, dürtüleyen bir iç mekanizmamız var. Çoğumuz için bu bir iç ses. Gündelik sohbetlerimize de karışır. Beyinde fırtınalar estirir. Bazen korur, bazen zorlar. Sürekli bizimle olan, zihnin ufuklarında, beynin damarları arasında dağılan bir sis bulutu gibi. Yoksa bir fenerden süzülen ışık mı demeliydim? Hangisine benziyor içinizdeki o şey? Belki de her ikisidir.
Sen şimdi tecrübelerine güvenip sezgilerinle ilerlerken buna bir yol açıcı gözüyle bakarsın, aydınlık sokaklarda yürürsün ama ben bugün sonbahardan puslu bir sabaha benzetmek istiyorum. Zihnimizin gözün gözü görmediği bir sabahından, uçurum eşiğinde bir adım sonrasından emin olmak için kendini boşluğa bırakmadığındaki kararlılığından mütevellit hepimize tekrar merhaba.
Belirsizlik ve Kalıpların Sisinde Kaybolmak
Belirsizlikler dünyasında yetişkinlik dediğimiz yetkiye dayanarak kovaladığımız tüm anlamlar, günün birinde fiziken veya manen boyumuzu aştığında, birtakım şeyler sis bulutuyla örtülüyor. Kalıplarımızla kendimize çıkardığımız engeller her zaman bir yığıntı olmayıp, keskin bir yamaçta bir adım sonrasında veya tutunulamayan bir dalda da kendini gösterebiliyor. Evet, şu an tehlikenin saklanmış olduğundan, görüş alanımızın darlığından ve bunu dürtüleyen mekanizmanın bile yorgun düştüğü bir senaryodan bahsediyorum.
An gelir de içimizden hiçbir şey yapmak gelmez ya… Tam olarak o anlardaki iç sesten bahsediyorum. Kafanın içinde noktası, virgülüne karışmış cümleler olur. Dağınık, kalabalık bir oda. Tüm sesler birbirine benziyor, konuşmalar iç içe geçiyor. Geçmişten gelenler, anda yakalananlar, elden kaçırılanlar, gelecekte bekleyenler… Bu saydıklarım bile şimdiden uçuşmaya başladı oralarda. Hepsi zihninde anlamlı bir yere oturabilir mi, mümkün mü?
Bugüne kadar bunu sağlayamamış olmalısın. Uçuşup giden onlarca, yüzlerce, binlercesi şimdi neredeler? Elle tutulur üç beş tane sağlıklı veya sağlıksız düşünceyle devam edebilir misin? Ne dersin? Birçok kez denediğine eminim. En azından sesler biraz azalmış, kalabalık biraz dağılmış, cümleler şöyle ayan beyan kendini göstermiş olur. Ama şöyle bir düşününce sanki kalanlar da ele avuca sığmadı; hamur gibi yoğurmaya çalıştıkça bir türlü kıvam aldıramadın.
Kontrol Etme Arzusu ve Yorgunluk
Belirsizlikleri kaldırmaya çalışıp her şeyi, herkesi kontrol altına almaya çalıştıkça planlanamaz yerlerden ihtimaller sunup tüm çabanı boşa çıkarmaya çalışan bir güç var gibi. Damarlara sıkıştırılmış bu duman bir yerlerden kaçak yapmaya çalışıyor. Bunları sıralarken ben beynimde en net doğrularımın üstüne bile sızan bu belirsizliği ve oluşan kargaşayı hissediyorum, peki ya sen?
“Yine de kontrol edebilirim.” dediğini duyar gibiyim. Aslında belli motivasyonlara sığınıp çoğunu kategorize edebiliriz. İyi bir arkadaş olmak, toplumda doğru tutumlarla varlığı sürdürmek, onaylanmak, takdir toplamak, faydalı bir evlat rolü üstlenebilmek, başarıya ulaşmak, sevilmek, doğru muamele görebilmek gibi önceliklerimize göre önem sırası değişebilmekle birlikte bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Şu ana kadar kulağa çok masum geldi, haklısın. Yürüyen aksamında problem olduğunda yazılımsal düzenlemeler yapılabilen varlıklar olsak mükemmele oynamak hiç bu kadar zor olmazdı zaten. Ama toplum tarafından onaylanma ihtiyacı bir yerde utançtan kaçma olunca, yani sinyal arızanın olduğu yerden kendini göstermeyince sen halının altına süpür, ben de hiç orada yokmuş gibi davranayım. Böylelikle zihnimizdeki uçuşanlar kalıplara oturduğu sürece bizi doyurabilecek.
Mükemmellik ve Kaçış Döngüsü
Harika ilerliyoruz. Hayat ya bu, bazen olumsuzluklar olacak. Onlar da bizden kaynaklı olmazsa yani hata yapmadan ilerlersek veya hatalarımızı da cezalarıyla beraber beynimizde bir odaya hapsedersek ara ara gidip pişmanlık denizinde yüzeriz. Baktık mekanizma zorlanıyor, kaçarız. Nereye peki?
Biraz doymamız lazım, yani “ötekini mutlu et ki seni mutlu etsinler,” daha doğrusu “mutlu olmayı hak eden biri olduğun kanaatine varsınlar.” Mutluluğu hak eden, ihtiyaç karşılayan, talep edilebilen enfes bir profiliz. Hiç de zor değilmiş aslında. Ne var ki diğerinden bir şey iste(ye)miyorsam, her şeyi ben hallederim ya da sevilmek için şartlar koşup onlar için büyük çaba harcıyorsam, bana da uğraşı çıkıyor işte.
İç Sesle Yeniden Karşılaşma
Zihnindeki kopukluk gibi bunu da burada kopartacağım. En başa götüreceğim seni. Hani tanışmadığın bir iç sesten bahsetmiştim. Sadece sen duyuyorsun ama tanımıyorsun. Onu zihnindeki odalarda istediğin yerlere oturtmaya çalışmaktan, doğrularına tezat düşürmeden seni doyurması için bastırmaktan ne dediğini anlamaya bile çalışmıyorsun.
Bazen bedeninle anlatmaya çalışıyor, yorgun düşürüyor sen yine inat ediyorsun. Peki bu ışık da olsa duman da olsa en küçük boşluktan sızamaz mı? Veyahut hâlâ sızmayacağını mı düşünüyorsun? Sızar. İncitir, acımasızca canını yakar belki çünkü şimdiye kadarki sen ile savaşır. Bazı dallarını alır, tutunamazsın.
Ölüm, Belirsizlik ve Kabulleniş
Hayat ya bu, olumsuzluklar olur — bizden olmasın yeter. Peki ya oraya sızarsa? Nefes alan her canlıya ölümün sızdığı gibi. Bir gün denir. Bir gün… Belirsizliklerin cevapsızıdır kendisi. Öyle bir problemdir ki işlemler birbirini takip eder, eşittir koymamak için direnirsin.
İşte gözün gözü görmediği bir sabahta, uçurum kenarında bir adım sonrası kadar yakındır ama adım atmamak kadar da nettir. Kendi mi acımasızdır, sonrası mı?
Belki de en acımasız olan, ölümden sonrasını kontrol etmeye çalışırken yaşamayı unutan biziz.

