COVID-19 pandemisi, yalnızca fiziksel sağlık sistemlerini değil, bireylerin ruhsal yapısını da derinden etkileyen küresel bir travma niteliği taşımaktadır. Salgının ilk dönemlerinde ani değişiklikler, belirsizlik, izolasyon ve kayıplar ile şekillenen süreç, psikolojik anlamda birçok kişide kaygı düzeyinin artmasına neden olmuştur. Bu durum, yalnızca geçici bir stres tepkisi olmaktan çıkarak, pandemi sonrası dönemde kronikleşen bir anksiyete bozukluğu tablosunu beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda akıllara gelen temel sorulardan biri, şu anda karşılaştığımız anksiyete bozukluklarının klasik klinik tablolardan farklılaşıp farklılaşmadığıdır. Acaba pandemiden sonra psikoloji alanında “yeni bir anksiyete profili” mi oluştu?
Anksiyetenin Evrensel Tetiklenişi ve Pandemi Dinamikleri
Anksiyete, evrimsel olarak hayatta kalmamıza yardımcı olan bir uyarı sistemidir. Ancak pandemi süreci, bu sistemin sürekli olarak tetikte kalmasına sebep oldu. Ölüm korkusu, hastalık riski, ekonomik belirsizlik, toplumsal izolasyon gibi faktörler, bireyleri uzun süreli tehdit algısı altında bıraktı. Bu tehdit hali yalnızca travmatik bir deneyimle sınırlı kalmadı; aynı zamanda gündelik yaşamı, sosyal ilişkileri ve bireysel işlevselliği kökten dönüştürdü. Dolayısıyla pandemi sonrası dönemde karşımıza çıkan anksiyete bozuklukları, geleneksel anlamda tanımlanan yaygın anksiyete bozukluğu (YAB), panik bozukluk veya sosyal fobi gibi kategorilerin sınırlarını zorlayan, karmaşık semptom kombinasyonları içerebilir hâle geldi.
Yeni Klinik Görünümler ve Melez Semptomlar
Pandemi sonrası danışan profiline bakıldığında, anksiyete bozukluklarının daha yaygın, düşük düzeyli ama sürekli bir seyir izlediği gözlenmektedir. “Fonksiyonel anksiyete” ya da “yüksek işlevli kaygı” olarak tanımlanan bir yapı öne çıkmakta; bireyler dışarıdan bakıldığında günlük yaşamlarını sürdürebilir görünse de, içsel olarak yoğun bir huzursuzluk, kontrol kaybı ve belirsizlikle başa çıkma çabası yaşamaktadırlar.
Bunun yanında, bazı bireylerde anksiyete belirtileri hipokondriyak eğilimler (bedensel hastalık korkusu), obsesif temizlik davranışları, sosyal mesafe ve hijyen takıntıları ile birlikte seyretmekte; bu da obsesif kompulsif bozuklukla (OKB) örtüşen bir klinik tablo yaratmaktadır. Pandemi, hem gerçek bir fiziksel tehlike barındırdığı hem de görünmeyen bir tehditle (virüs) baş etmeyi gerektirdiği için, bu semptom örüntüsünün yaygınlaşması şaşırtıcı değildir.
Ayrıca, sağlık anksiyetesi, geçmeyen huzursuzluk, uyku bozuklukları ve gelecek odaklı düşünce çarpıtmaları da klinik başvurularda sık karşılaşılan temalar arasında yer almaktadır.
Pandemi Sonrası Anksiyetenin Yaş Gruplarına Göre Farklılaşması
Pandemi sonrası anksiyete profili, yaş gruplarına göre de farklı özellikler göstermektedir.
-
Çocuklar ve ergenlerde, okula dönüş süreciyle birlikte sosyal ortamlarda kaygı, ayrılma korkusu ve performans anksiyetesi yeniden gündeme gelmiştir.
-
Genç yetişkinler, ekonomik belirsizlik ve kimlik gelişimi süreçlerinin çakışması nedeniyle artan bir varoluşsal kaygı bildirmektedir.
-
Yetişkin bireylerde ise iş-yaşam dengesi bozulmuş, uzaktan çalışma ve tükenmişlik sendromları kaygı semptomlarını pekiştirmiştir.
Dolayısıyla pandemi, yalnızca tek tip bir ruhsal bozulma yaratmaktan çok, mevcut eğilimleri keskinleştiren ve psikopatolojiyi “katmanlı” hale getiren bir etken olmuştur.
Psikoterapötik Müdahale ve Yeni Yaklaşımlar
Pandemi sonrası anksiyete bozukluklarının tedavisinde geleneksel yöntemler hâlâ etkilidir; özellikle bilişsel-davranışçı terapi (BDT), anksiyete ile başa çıkma becerilerini yeniden inşa etmede önemli rol oynamaktadır. Ancak yeni dönemde terapötik yaklaşımların daha esnek, travma bilgili ve bütüncül olması gerekmektedir.
Özellikle mindfulness temelli yaklaşımlar, duygu düzenleme becerileri, psiko-eğitim ve bedensel farkındalık teknikleri, modern kaygı profiline daha uygun sonuçlar verebilmektedir. Aynı zamanda dijital terapi platformlarının yaygınlaşması, ruhsal destek erişimini kolaylaştırsa da terapötik ittifakın kurulması açısından yeni zorlukları da beraberinde getirmiştir.
Yeni Profil mi, Eski Bozuklukların Yeni Yüzü mü?
Ortaya çıkan tablo, bize pandemi sonrası dönemde klasik anksiyete bozukluklarının yeni bir biçim aldığını düşündürmektedir. Ancak bu tamamen yeni bir klinik sınıflama mı, yoksa mevcut bozuklukların farklı bir dışavurumu mu, tartışmaya açıktır. Belki de en doğru yaklaşım, pandemiyi bir “katalizör” olarak kabul etmek ve psikopatolojik tepkileri bağlam içinde değerlendirmektir.
Anksiyete, bireyin kontrol ihtiyacı ile belirsizlik arasındaki gerilimden beslenir. Pandemi süreci bu gerilimi maksimum düzeye çıkararak, anksiyete bozukluklarının yapısını yeniden şekillendirmiştir.
Sonuç: Esneklik ve Uyum Zamanı
Psikologların, bu süreçte klasik terapi yaklaşımlarını modern ihtiyaçlarla sentezlemesi, duygulara alan açan, empatik, kabul edici ve güven temelli bir iletişim kurması son derece önemlidir. Özellikle gençler, pandemi sonrası dönemde yalnızca gelecekle ilgili değil; kimlik, anlam, aidiyet ve bağlantı gibi temel psikolojik ihtiyaçlar açısından da ciddi bir belirsizlik yaşamaktadır. Bu nedenle psikoterapi, yalnızca bireysel iyilik halini değil, aynı zamanda bireyin sosyal varoluşunu da onarma süreci olarak görülmelidir.
Sonuç olarak, pandemi sonrası anksiyete bozuklukları, bize psikolojinin yalnızca bireyi tedavi eden değil, aynı zamanda bireyi anlamlandıran bir disiplin olduğunu yeniden hatırlatmaktadır. Bireylerin yaşadığı kaygılar, bastırılması gereken patolojiler değil; doğru ele alındığında, kişinin içsel farkındalığını ve yaşamla kurduğu bağı yeniden inşa etmesine yardımcı olacak dönüştürücü ipuçlarıdır. Bu yüzden biz ruh sağlığı profesyonelleri olarak, yalnızca tanı koyan değil, bireyle birlikte düşünen, duygulara alan tanıyan ve esneklik geliştiren yol arkadaşları olmalıyız.
Bu dönemin bizlere öğrettiği en önemli kavram ise belki de şu: İyileşme, yalnızca kaygının azalması değil; belirsizlik içinde var olmayı öğrenmektir. Ve belki de tam da bu noktada, psikolojinin en temel görevi başlar: İnsanların kendileriyle ve dünyayla yeniden bağ kurmalarına eşlik etmek.