Güven duygusu, bireyin ve toplumun ruh sağlığı için temel yapı taşlarından biridir. Bir toplumda adalet, hukuk, yönetim ve sosyal yapıya duyulan güven sarsıldığında, bireyler yalnızca politik olarak değil, psikolojik olarak da derin yaralar alır. Tarih boyunca bu tür güven krizleri, toplumsal travmaların temelini oluşturmuştur. Güvenin ruh sağlığı üzerindeki psikolojik önemine baktığımızda güven, insanların çevresiyle sağlıklı ilişkiler kurmasını ve gelecek hakkında olumlu beklentiler beslemesini sağlar. Ancak, eğer bireyler devletin, adalet sisteminin veya liderlerin güvenilir olmadığına inanırsa:
- Kaygı Bozuklukları Artabilir: Bireyler sürekli bir belirsizlik içinde yaşadıklarında, kronik kaygı ve stres bozuklukları ortaya çıkar.
- Öğrenilmiş Çaresizlik Gelişebilir: İnsanlar adaletin sağlanamayacağını düşündüğünde, mücadele etmeyi bırakır ve edilgen bir ruh haline girer.
- Paranoya ve Güvensizlik Artabilir: İnsanlar, otorite figürlerine ve hatta birbirlerine bile şüpheyle yaklaşmaya başlar.
- Toplumsal Parçalanma ve Kutuplaşma Derinleşebilir: Güvenin azalması, bireyleri gruplara bölerek düşmanlık duygularını artırır.
Bu psikolojik etkiler, bireyleri olduğu kadar toplumun genel huzurunu da bozar ve uzun vadeli bir “kolektif travmaya” neden olabilir.
Tarihsel Perspektiften Toplumların Güven Kaybı ve Psikolojik Çöküşleri
1929 yılında ABD’de başlayan Büyük Buhran, milyonlarca insanın işsiz kalmasına ve devlet mekanizmalarına olan güvenin sarsılmasına neden oldu. İnsanlar ekonomik çöküşü hükümetin yanlış politikalarına bağladı. Sonuç olarak, depresyon ve intihar oranları arttı. Kolektif bir “gelecek korkusu” topluma hâkim oldu. Sosyal dayanışma azaldı, bireysel kurtuluş arayışları güçlendi. Buhran sonrası Franklin D. Roosevelt’in “New Deal” (Yeni Anlaşma) politikaları, devletin güven inşa edici rolünü geri kazanmaya yönelik önemli bir adımdı.
I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da halk, Versay Antlaşması’nın ağır şartları nedeniyle derin bir hayal kırıklığı ve çaresizlik hissine kapıldı. Weimar Cumhuriyeti’ne olan güvenin azalması, Adolf Hitler gibi liderlerin “güçlü otorite” vaatleriyle yükselmesine zemin hazırladı. Buradaki güvensizlik kaosa yol açtı. Halk, demokrasiye ve adalet sistemine inancını yitirdi. Toplumsal manipülasyon kolaylaştı. Kitleler, güçlü lider figürlerine sarılarak bireysel düşünme yetilerini kaybetti. Toplumun psikolojisi değişti. Almanya’da bireylerin öfke ve hayal kırıklığı, Hitler tarafından sistematik olarak yönlendirildi. Bu ortam ise Nazi Almanyası’na giden yolu açtı ve bir diktatör doğdu. Devam eden yıllarda dünya çapında pek çok insanın hayatını kaybetmesine neden olan II. Dünya Savaşı sonrası toplumsal düzeyde ruh sağlığı zarar gördü. Pek çok insan yıllarca travma sonrası stres bozukluğu ve buna bağlı ruhsal hastalıklardan mustarip oldu. Özellikle Nazi Almanyası, güven duygusunun kaybolmasının sadece bireysel ruh sağlığına değil, tüm toplumların gidişatına nasıl yön verdiğini gösteren en çarpıcı örneklerden biridir.
Ülkemize baktığımızda ise Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi, siyasal ve toplumsal güvenin büyük ölçüde sarsıldığı bir dönemdir. Öncesinde var olan kutuplaşma ve iç çatışmalar, darbe sonrasında baskıcı bir rejimle sonuçlandı. Bu süreçte insanlar sessizleşti ve korkuya dayalı bir psikolojik ortam oluştu. Sivil toplum hareketleri zayıfladı, toplumda pasifleşme başladı. Devletin hukuki ve demokratik işleyişine olan güven büyük ölçüde azaldı. Bu dönemin mirası, yıllarca süren “apolitik” bir nesil yaratmış, bireylerin kendilerini toplumsal değişim süreçlerinden uzak tutmasına neden olmuştur.
Günümüz Dünyasında Güven Krizinin Ruh Sağlığına Etkisi
Günümüz dünyasında güven krizinin ruh sağlığına etkisi ne denli önemli olduğunu tarih bize gösteriyor. Bugün, küresel anlamda demokrasiye ve devlet sistemlerine olan güven giderek azalmaktadır. Sosyal medya çağında, bilgi kirliliği ve otoriteye olan inançsızlık, bireylerde sürekli bir “belirsizlik hissi” yaratmaktadır. Türkiye özelinde bakıldığında, hukuksuzluk algısının toplum ruh sağlığını etkilediği açıkça görülmektedir. Bu etkilerden en belirgin olanları, belirsizlik hissidir. Özellikle gençlerde gözlemlenen bu belirsizlik hissi bireylerin gelecekle ilgili olumlu bir beklentiler içine girememesine neden olmaktadır. Bu tablonun klinikteki yansımaları, psikoterapi gündemlerimizin sıklıkla geleceğe dair kaygılar olması noktasında kendini göstermektedir. Psikopatoloji çerçevesinde yaygın kaygı bozukluğu tanısından yola çıkarak, gözlemim bir Toplumsal Kaygı Bozukluğu geliştiği yönündedir. Politik ve ekonomik dalgalanmalar, toplumda kronik strese neden olmaktadır. Bu kronik stres ortamında ise bireyler güvensiz bağlanma tutumu geliştirmekte, yine özellikle genç nesil, devlete ve kurumsal yapılarına bağlanmakta zorlanmaktadır.
Güvenin Yeniden İnşası: Toplumun Psikolojik Direncini Güçlendirmek İçin Neler Yapılabilir?
- Psikolojik Dayanıklılığı Artırmak: Toplum, krizlerle başa çıkabilmek için duygusal dayanıklılık becerilerini geliştirmelidir. Bu çerçevede kaynaklarımızı geliştirmeli, yani hem ruh hem beden sağlığımız için hareket etmeli, spor yapmalı, sağlıklı beslenmeye özen göstermeli, meditasyon, yoga, psikoterapi ve psikososyal destek mekanizmalarından destek almalıyız.
- Bilinçli Yurttaşlık: Eğitim sisteminde eleştirel düşünme becerileri teşvik edilerek, bireylerin manipülasyona karşı direnç kazanması sağlanmalıdır. “Eleştirel Düşünme” dersleri bireylerin hem kendilerine hem de diğerlerine karşı daha sağlıklı bir düşünce sistemi içinde olmalarını destekleyebilir.
- Sosyal Destek Ağlarının Güçlendirilmesi: Güvenin yeniden inşa edilmesi, bireylerin yalnız olmadığını hissetmesiyle mümkün olur. Bir arada olmak sinir sistemimizi yatıştırır. Bu dönemlerde bireyselleşmek yerine sıklıkla sosyal desteği devreye sokmamız gerekir.
- Bağımsız Medya ve Bilgiye Erişim: İnsanların doğrulanmış, şeffaf bilgilere erişmesi sağlanarak, güvensizlik duygusu azaltılabilir. Bireysel düzeyde doğru kaynakları ayırt etme becerimizi geliştirmeli ve kendimizi dezenformasyona maruz bırakmamalıyız.
- Adalet Sisteminin Güçlendirilmesi: Hukukun üstünlüğü tesis edilerek, bireylerin adalete olan inancı yeniden inşa edilmelidir. Adalet bir çatıdır. Bu çatı altında herkes güvenle barınabilmelidir.
Güvensizlikten Güçlenmeye!
Toplumda güven duygusunun yitirilmesi, sadece politik değil, psikolojik bir krizdir. Tarihte gördüğümüz gibi, güvenin sarsılması, bireyleri çaresizliğe, toplumları ise otoriterleşmeye sürükleyebilir. Ancak, bu kırılgan dönemde bireyler ve toplumlar birlikte hareket ederse, psikolojik dayanıklılık geliştirerek adaleti, umudu ve dayanışmayı yeniden inşa edebilirler. Unutmayalım: Güven kaybedildiğinde, önce ruh sağlığımızı, sonra özgürlüğümüzü yitiririz. Bu yüzden, bireysel ve toplumsal olarak mücadele etmek, bilinçlenmek ve dayanışmayı sürdürmek hepimizin sorumluluğudur.