Toplumun erkekleri büyütürken onlara bıraktığı bir miras vardır: “Erkekler ağlamaz.” Bu cümlenin ağırlığı çoğu erkeğin omuzlarına daha çocukken yüklenir. Zamanla güçlü olmak, duygularını saklamak ve sessiz kalmak zorunda olduklarına inanırlar. Baba olduklarında da bu mirası sırtlarında taşımaya devam ederler. Oysa babalık, yalnızca evin geçimini sağlamak ya da güvenliği temin etmek değildir; duygusunu saklayan değil, varlığıyla şefkat veren bir figür olmayı da gerektirir. Ancak çoğu baba, duygularını gösterecek alanı bulamadığı için sessizlikle hatırlanır. Çocuğun gözünde güvenilir ama mesafeli, anneye göre destekleyici ama yetersiz, toplumun gözünde ise daima sorumluluk sahibi ama duygusuz bir gölge gibi kalır.
Bir baba adayı, eşinin hamileliği boyunca içinde karmaşık bir dünyayı taşır. Kaygı, sevinç, merak ve korku aynı bedende dolaşır. Fakat bu duyguları ifade etmek çoğu erkek için mümkün değildir. Çünkü ne toplumda ne de aile içinde bu konuşmalara alan vardır. Annelik kutsanırken, babalık çoğunlukla görünmez kalır. Baba, kıyıda bekleyen, hikâyeye biraz geç katılan, bazen hiç katılamayan kişi olur. Babaların çoğu zaman iç dünyasında büyük bir yalnızlık vardır. Eşinin hamileliği sürecinde bile ne hissettiğini anlamlandırmakta zorlanır. Toplumun dayattığı güçlü olma, dik durma, ağlamama, her zaman bir erkek olarak mesafeli olma dayatmaları burada had safhaya ulaşmıştır. Baba hamile eşini korumakla, onun duygusal değişimlerine uyum sağlayıp bu süreci yönetmekle görevlidir.
Oysa pek çok çalışma, eşinin hamileliği sırasında babanın da hormonel ve psikosomatik değişimler yaşadığını göstermektedir. Bu değişimlerin toplum farkında olmadığı gibi, aslında baba da farkında değildir. Toplumun onlara sunduğu model genellikle “koruyan, emreden, kontrol eden” bir figürdür; bu model içinde kendi korkularını, endişelerini, yetersizlik hissini seslendirme imkânı verilmez. O korkuların en büyüğü genellikle “yeterince iyi olamama”dır. Çocuğunu kaybetme korkusu, bağ kuramama, eşinden uzaklaşma kaygısı, “gerçek baba” olamama endişesi sessizce taşınır. Bu duygular dile getirilemediğinde bastırılır, bastırılan enerji öfkeye, uzaklaşmaya, erken yargılamaya dönüşebilir. Oysa çoğu zaman bu görünüşün arkasında ifade edilemeyen kırılganlıklar vardır.
Bu kırılganlık çoğu zaman kendi babasıyla yaşadığı ilişkiye uzanır. Kendi babasıyla yüzleşmeden, kendi çocuklarına babalık yapmaya çalışan birçok erkek, farkında olmadan nesiller boyu süren bir yalnızlık zincirinin halkası olur. Bu zincirin halkaları sessizlikten, duygulara alan tanımamaktan, geçmişten devralınan katı baba imgelerinden örülür. Anne-çocuk ilişkisi, duygusal olarak meşrulaştırılmış ve görünür bir alana sahipken, baba figürü çoğu zaman dış çeperde kalır. Duygusal dili eksik, göz teması kurmayan, sevgisini eyleme dökemeyen baba figürü birçok yetişkin danışanın çocukluk hatıralarında “vardı ama yok gibiydi” şeklinde yer alır.
Anne-çocuk ilişkisi, görünür ve toplumsal olarak kutsanmış bir ilişki olarak ele alınır. Duyguların paylaşımına, anlatılmasına alan açılır; anneler arasında dayanışma oluşur. Baba ise bu görünürlükten yoksun kalır. Kendi babasıyla duygusal anlamda hesaplaşmamış, yüzleşememiş biri babalık yaptığında, o içsel çatışmalar onu ya duygusal olarak geri çekilmeye ya da kontrolcülüğe iter. Bu sebeple birçok yetişkin danışanım, çocukluklarındaki baba figürünü “sessiz”, “duygusunu göstermeyen”, “yakınlaşmayan” olarak taşır. Orada bir eksiklik hissi vardır ama o eksiklik çoğu zaman söze dökülemez çünkü ne konuşulmuş ne de deneyimlenmiş bir duygusal dil mevcuttur.
Psikanalist Jacques Lacan, babanın çocuğun gelişiminde simgesel bir işlev üstlendiğini söyler. Ona göre baba, yalnızca biyolojik bir figür değildir; çocuğun anneyle olan bağına girerek, onun birey olma yolunu açan bir aracı konumundadır. Lacan’ın “babanın adı” dediği bu işlev, yasayı, sınırı ve düzeni temsil eder. Bu işlev yoksa ya da işlevsiz bir şekilde yerleştirilmişse, çocuk bireyleşmekte zorlanır; kimliğinde belirsizlikler ve ilişkilerinde güvensizlikler yaşar. Babanın sadece yokluğu değil, aşırı varlığı ya da kontrolcü yaklaşımı da benzer şekilde hasar yaratabilir. Sınır koymak ile mesafe koymak arasındaki farkı ayırt edemeyen bir baba, kendi duygusal dağınıklığını çocuğa yansıtabilir. Ve bu yansımalar, çocukta adını koyamadığı bir eksiklik hissine dönüşür.
Bu çerçeveden bakıldığında bir baba figürünün sadece “yokluğu” değil, “yanlış yerleştirilmiş” ya da “işlevsizleştirilmiş” varlığı da hasar yaratabilir. Yasaklar rastgele ya da dayatmayla gelirse, çocukta içsel çatışmalar büyür. Babaların bu işlevi yerine getirirken sıkça yaşadığı çatışma, kendi içlerindeki çocukla hesaplaşamamaktan kaynaklanır. Kendi babasının onlarla kurduğu teması tam kavrayamamış biri, sınır koyarken ya aşırıya kaçar ya da yetersiz kalır. Bu durum aile içinde bir boşluk yaratır; o boşluk çocukta tam olarak kavranmamış, adlandırılamamış bir eksiklik olarak içselleşir. Sonra bu eksiklik, “hep bir şey eksik” duygusu, “kendimi anlatamıyorum” hissi ve “yakınlık kuramama” olarak büyür.
Kendi babalarından uzaklık, sertlik görmüş ya da yeterli sevgiyi görememiş babaların kendi çocuklarına babalık yaparken, babalarından öğrendikleri şekilde babalık yaptıklarına pek çok kez şahit oluruz. Bu öğrenilmiş babalık kalıbını kırmak oldukça zordur. Baba kendisini hiç beklemediği anda babası gibi davranırken bulabilir. Bu öğrenilmiş ve bilinen tek yol olduğu için kişi bu yoldan yürüme eğilimindedir. Diğer yol ise bilinmeyen, denenmemiş ve korkutucu bir yol olarak yer almaktadır. Pek çok baba bu yolu deneyimlemekten istemsizce kaçınır. Fakat toplumda bunca zamandır süregelen inanış ve öğretilerin aksine baba olmak, duygularını saklamak değil, onları anlamlandırmak ve gerektiğinde ortaya koyabilmektir.
Duygularını saklayan bir baba, çocuk için hem erişilmez hem de anlamlandırılması zor bir figür haline gelir. Duygularını paylaşmaktan çekinen baba, çocukla göz teması kurmamayı, içsel dünyasını açmamayı tercih edebilir; bu da çocuğun “baba beni duymuyor” hissine yol açar. Oysa baba, korkularını dile getirirse, çocuk da kendi korkularını ve kırılganlıklarını konuşmaya daha yatkın hale gelebilir. Duyguların sessizliği kuşaktan kuşağa geçer; babalar çocukluklarındaki sessizlikleri kendi çocuklarına taşıyabilirler. Buna karşılık, babaların kendi içlerindeki çocuğa dönüp ona bir kez daha bakmaları bir kırılma anı olabilir. Bu içsel sorgulama, aile içindeki dili değiştirir. Yeni bir bağ kurulmasına zemin hazırlar.
Babaların fedakârlıkları çoğu zaman görünmeyen bir biçimde seyrini sürdürür. Geceleri işe giderken ailesinden sessizce uzaklaşmalar, kendilerini yetersiz hissettiklerinde içlerine çekilmeleri, bunun üstünü örten daha “otoriter” duruşlar, dışarıdan “dışarıda her şey yolunda” imajı yaratmak için gösterdikleri çaba… Tüm bunlar bir direniş değil, çoğu zaman bir savunmadır. Babaların bu savunma mekanizmalarını anlamak, onları sadece “sorunlu” ya da “yanlış” olarak etiketlemekten kaçınmak gerekir. Aynı zamanda, aile sistemleri içinde bu duyguların açığa çıkmasına alan tanımak, onlara “sen de duygulara sahip olabilirsin, bunu dile getirebilirsin” mesajı vermek, nesiller boyu süren sessizlik döngüsünü kırabilecek bir başka yol olabilir.
Babaların çocuklarıyla kurduğu ilişkinin dönüştürücü gücü vardır. Çocuğuna “sana güveniyorum”, “yanındayım”, “ne hissettiğini duymak istiyorum” diyebilen bir baba sadece bir ilişki kurmaktan öte bir dil yaratır. Bu dil, sonraki kuşakların kendi iç dünyalarını tanıma, duygularını adlandırma ve bağ kurma biçimlerini etkiler. Babalar kendi içlerindeki kırgınlıklarla barıştıkça, çocuklarına örnek olur; kırgınlıklarını saklamayan, duygularıyla yüzleşen, gerektiğinde destek arayan bir model sunar.
Ve elbette babalık yalnızca bir rol değil; bir eser yaratma sürecidir. Bir baba, çocuğunu hayata hazırlarken ona sadece bilgi değil, karakter kazandırmaya çalışır. Her adımda çocuğuyla gurur duyar, her başarıda kalbi büyür. Çocuğunu bir sanat eseri gibi şekillendirir; bazen sabırla bekler, bazen elini çekmeden yön verir.
Sonuç olarak, babalık geçmişten taşınan rollerin tekrarlandığı değil, yeniden yazıldığı bir alandır. Babalar, çocuklarının hayatında sadece bir destek değil; yön, anlam ve duygu kazandıran bir rehber olabilirler. Bu dönüşüm, önce kendi içlerinde başlar. Duygularıyla temas eden, korkularını anlayan, sessizliğin içinde kaybolmaktan vazgeçen her baba, çocuğuna “ben buradayım” diyebilme gücünü bulur. Bu sadece bir dönüşüm değil; bir şefkat diliyle yazılan yeni bir hikâyedir.


