René Descartes, “Cogito, ergo sum” — “Düşünüyorum, öyleyse varım” dediğinde, aslında bir meydan okuma bırakmıştı evrene. Varlığını, bedenden, toplumdan, statüden değil; düşünme eyleminden alan bir insan… Bilincin kıvılcımıyla aydınlanan bir varoluş… Ancak 21. yüzyılda bu kıvılcım sönüyor. Düşünce artık bir yük gibi algılanıyor; otomatik tepkiler, hazır yanıtlar ve algoritmalar çağında düşünmeye yer kalmadı. Bugün sorulması gereken soru şu: Düşünmediğimiz bir dünyada gerçekten var mıyız?
Psikolojide “tükenmişlik sendromu” (burnout), yalnızca yoğun çalışmanın sonucu değildir. Asıl tükeniş, zihinsel otomatikleşmedir. Birey, kendi kararlarını almadığında, duygularını analiz etmediğinde, hayata dair anlam arayışına girmediğinde tükenir. Viktor Frankl’ın logoterapisine göre insanın temel motivasyonu “anlam arayışıdır”. Oysa bizler sabahları alarm yerine bildirimle uyanıyor, düşünce yerine “hikâye akışı”na teslim oluyoruz. Felsefenin yerini öneri listeleri aldı, içgörünün yerini algoritma doldurdu. Ve biz artık düşünmediğimiz için varoluşumuzu hissedemiyoruz.
Bir zamanlar düşünmek, yaşamın merkezindeydi. Sokrates, “Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.” derken insanı eylemlerinin öznesi yapan bir bilinçten söz ediyordu. Bugünse pek çok insan, yaşadıklarının tanığı bile değil. Otobüste, işte, ilişkide, aynı şeyleri tekrar edip duruyoruz. Kararlarımızın kaç tanesi bize ait? Tepkilerimizin kaçı öğrenilmiş, kaçı içten?
Günümüzde düşünce, dikkatle karıştırılıyor. Dikkat verdiğimiz şeyleri düşündüğümüzü zannediyoruz. Oysa dikkat dışa yöneliktir; düşünce ise içe. Sosyal medyada saatlerce vakit geçirmek, zihni uyarır ama düşünceyi beslemez. Çünkü dışarıdan gelen verileri tüketmek, düşünmek değil; sürüklenmektir. Bu nedenle birçok insan, bir günün sonunda yorgun ama anlamsız hisseder. Düşünmek; o bilgileri harmanlamak, özümsemek ve onlarla yüzleşmektir.
Yüzleşme kısmı kritiktir. Çünkü gerçek düşünce, çoğu zaman rahatsız eder. Kendi çelişkilerini görmek, savunma mekanizmalarını tanımak, korkularıyla baş başa kalmak kolay değildir. Bu yüzden birçok birey düşünmemek için meşgul olur. Kendi içine dönmek yerine dış dünyanın gürültüsüne sığınır. Oysa zihinsel sessizlik anlarında gerçek düşünce başlar; insan kendiyle karşılaşır. Bu karşılaşma, dönüşümün başladığı yerdir.
Psikolojide “otomatik düşünce” terimi, Beck’in bilişsel terapi modelinde sıkça geçer. Bu düşünceler, geçmişteki deneyimlere dayalı olarak refleks gibi ortaya çıkar; çoğu zaman fark edilmeden davranışlarımızı yönlendirir. İnsan farkında olmadan kendini değersiz, başarısız ya da yalnız hissedebilir; çünkü iç sesi yıllardır bu cümleleri tekrarlıyordur. Düşünmeyi bırakmak, aslında bu otomatik şemalara teslim olmaktır. Descartes’ın “düşünmek”ten kastı sadece entelektüel çaba değil; varoluşsal bir dirençtir. “Ben kimim?” sorusunu sormak, konfor alanını terk etmek ve iç sesin kaynağını fark etmek…
Günümüzde insanlar çok yorgun. Ama çoğu zaman bu yorgunluk, işten değil — içe bakmaktan kaçmanın bedelidir. Çünkü düşünmek cesaret ister. Sadece dünya hakkında değil; kendi hakkında da düşünmek… Psikoterapi tam da bu noktada devreye girer. Terapi, kişinin otomatik pilottan manuele geçmesidir. Freud, düşünmenin bastırılmış dürtülerle savaş olduğunu söyler. Jung ise bilinçdışıyla yüzleşmenin dönüştürücü etkisinden söz eder. Düşünmek, bilinçdışının gölgeleriyle dans etmektir — bazen huzursuz ama daima gerçek.
Dijital çağda ise düşünce, “zihinsel gürültü” olarak kodlanıyor. Sessizlikten kaçıyoruz. Çünkü sessizlik düşünmeye kapı aralar. Telefonlarımızda ekran süresi artsa da içgörü süremiz düşüyor. Her bildirim, bizi kendimizden biraz daha uzaklaştırıyor. Halbuki insanın özüne dair sorular basittir ama cevapsızdır: Ne istiyorum? Neyi sevmiyorum? Kimim ben?
Bu soruların peşine düşmeyen birey, başkasının hayatını yaşamaya başlar. Tüketim psikolojisi tam da bu boşluğa hitap eder. Anlam eksikliği, alışverişle, estetikle, başarıyla kapatılmaya çalışılır. Fakat tatmin geçicidir. Çünkü düşünülmemiş bir hayat, yaşanmış değil, geçirilmiştir.
Psikanalist Erich Fromm’a göre insanın iki temel varoluş modu vardır: Sahip olmak ve olmak. Sahip olmak, dışsal değerlerle beslenir: unvan, statü, eşya. Olmak ise içsel bir duruşu temsil eder: düşünmek, üretmek, sevmek, hissetmek. Biz bugün “olma” hâlinden uzaklaşıp sürekli “sahip olma” yarışına itiliyoruz. Ve bu da düşünmeyi lüks hâline getiriyor.
Ama düşünmek bir ayrıcalık değil; bir gerekliliktir. Düşünmek, acıyı da beraberinde getirir ama aynı zamanda özgürlüğü, anlamı, kendini bulmayı da… Bir şeylere sahip olmasak da düşünebildiğimiz sürece “var”ız.
Sonuç olarak:
Descartes için “düşünmek” varlığın kanıtıydı. Bugün ise düşünmemek, yokluğun kanıtı gibi. Otomatikleşen hayatlarımızda düşünmeyi bıraktığımız her an, kendimize bir adım daha yabancılaşıyoruz. Kendimize değil, algoritmalara, kalıplara, başkalarının beklentilerine göre yaşıyoruz.
O yüzden belki artık şöyle demeliyiz:
“Düşünmüyoruz, öyleyse yokuz.”