Her toplum, “normal” olanı kendi düzenine hizmet edecek şekilde tanımlar. Bu düzen, dönemin koşullarına, egemen ideolojik yapılarına, ahlaki değer yargılarına ve iktidar otonomi eksenindeki çatışmalara göre değişiklik gösterebilir. Toplumsal yapı, “normal” olanı tanımlarken bireyi biçimlendirir; ancak bu tanım ve biçim sabit değildir, zamanla yeniden inşa edilir ve meşrulaştırılır.
Michel Foucault, Deliliğin Tarihi (1961) kitabında deliliğin yalnızca bireysel bir bozukluk değil, dışlayıcı bir mantıkla belirlenen toplumsal bir kategori olduğunu savunur. Aklı başında olmak ve delilik arasındaki sınır evrensel değildir; bu yapay sınır, normların dışında kalan her şeyi damgalayan bir karar mekanizmasıyla çizilir. Ancak bu sınırın ötesine baktığımızda, karşımıza sosyolojik yapının yanı sıra bireyin bilinçdışıyla şekillenen ruhsal dünyasının karmaşık izleri de çıkar.
Psikanalitik Teorilerde Delilik
Birey, bir yandan içsel arzularının çağrısına kulak verirken diğer yandan dışındaki dünyanın beklentilerine ve taleplerine uyum sağlamaya çalışır. Bu iki yönlü gerilim, çoğu zaman bastırma gibi savunma mekanizmalarıyla dengelenmeye çalışılır; ancak bu denge her zaman sürdürülebilir değildir. İçsel çatışmalar yoğunlaştıkça, bastırılanlar farklı biçimlerle gün yüzüne çıkar.
Freud, doğrudan delilik kavramını tanımlamasa da, bazı metinlerinde (örneğin “Schreber Vakası”, 1911) gerçekliğin yeniden inşasına dair bazı gözlemler sunar. Bu bağlamda delilik; bastırmanın başarısız olduğu, arzuların dolaylı ya da simgesel yollarla dışavurum bulduğu bir ruhsal çözülme değil de belirli bir örgütlenme biçimi olarak kabul edilebilir. Freud’un vakalarında dikkat çektiği gibi, birey dış gerçekliği tümden yadsımaz; onu bilinçdışı süreçlerin etkisiyle dönüştürerek yeniden kurar.
Yıkım ve Doğum
Jung’un bireyleşme süreci, öznenin kendi karanlığıyla karşılaşmasını kaçınılmaz görür. Her bireyin içinde bastırılmış, reddedilmiş ya da görmezden gelinmiş bir “gölge” vardır. Bu gölgeyle karşılaşmak, ruhsal bütünlüğün ilk koşuludur. Jung’un ifadesiyle, “aydınlanma hayal gücünü aydınlatmakla değil, karanlığı bilinçli kılmakla olur” (Jung, 1959). Delilik, burada bir çöküş değil; bir eşiği aşma hâli olarak düşünülebilir.
Winnicott (1960), “gerçek benlik” ile “sahte benlik” arasında kurduğu ayrımda, bireyin sahici bir varoluşa ulaşabilmesi için kimi zaman mevcut yapısının dağılmasına izin vermesi gerektiğini savunur. Bu dağılma hissi çoğu zaman delilikle karıştırılsa da, aslında ruhsal bir yeniden doğumun ön koşuludur.
Winnicott’un “gerçek benlik”e ulaşmak için sahte olanın dağılmasına izin verme çağrısına, Bion daha derin ve belirsiz bir düzlemden yanıt verir. Ona göre zihinsel gelişim, bilinmeyene tahammül kapasitesiyle başlar (Bion, 1962). Düşüncenin henüz doğmadığı o ön-kaotik alan, ancak zihnin belirsizlikle kalabilme cesaretini gösterdiği anlarda filiz verir. İlk bakışta delilik gibi görünen bu durum, aslında düşünmenin başlamasına alan açar.
Yaratıcılık ile Delilik
Virginia Woolf’un zihinsel dalgaları, Sylvia Plath’ın kendine doğru kıvrılan dizeleri, Antonin Artaud’nun parçalı sahne gerçekliği, yaratıcılık ile ruhsal sınır arasındaki geçirgen ilişkiyi ifade eder. Bu bir çöküş değil; tam aksine, kimliklerin yeniden doğuşu ve yaratıcı bir gücün doğmasına alan açan bir dönüşümdür. Toplumun belirlediği normlar, bireyi bir kalıba sokmaya çalışsa da yaratıcılık süreci, bu kalıplardan sıyrılmakla mümkün hale gelir. İçsel kontrolü kazanmak için her şeyini kaybetmek gerekebilir, çünkü gerçek özgürlük, bazen yalnızca tüm sahte yapıları yıkmakla elde edilir. Bu yaratıcı zihinler, toplumsal baskılardan bağımsızlaşarak, kolektif bilinçdışının bastırdığı hakikatleri ortaya çıkarır. Delilik gibi görünen bu hal, aslında içsel bir kurtuluşun ve kişisel devrimin başlangıcı olabilir; Artaud’nun sözleriyle, “Sahne, aklın sınırlarını zorlayan bir düşüncenin tapınağıdır” (Artaud, 1938).
Günümüzde: “Delirerek Aklı Başında Olmak”
Modern terapi pratikleri, deliliği bastırılacak bir tehditten ziyade anlaşılması gereken bir deneyim olarak ele almaya başladı. Travmatik yaşantılar, bastırılmış arzular ya da erken dönem ilişki örüntüleriyle şekillenen içsel çatışmalar; bazen bir maskeyle kendini gösterir. Ancak bu maskeyi düşürmek, çoğu zaman kişinin özüne yaklaşmasına aracılık eder.
Günümüzde terapötik süreç, normlara dönmeyi değil; bireyin kendi hakikatine varmasını amaçlar. Bu yolculuk, “mantıklı” olmaktan geçmeyebilir. Zira bazen en sahici dönüşümler, kaotik bir dağılmanın ardından başlar.
Güncel Klinik Gözlemler ve Sonuç
Klinik görüşmelerde, belirli kriz anlarının –bir ilişkisel kırılma, bir kayıp, bir çöküş anı gibi– aslında bireyin kendiyle yüzleşmesine alan açtığını gözlemlemek mümkündür. Bu tür anlar, ilk bakışta dağılma gibi görünse de; ruhsal yapının yeniden örgütlenmesi için verimli zeminler sunar.
Dolayısıyla, delilik etiketi bir son değil; bazen bir başlangıçtır. Toplumun dışına itilen her anlam, aslında bireyin kendi iç dünyasında bir anlam bulma çabasının yankısı olabilir. Ve belki de, gerçekten aklı başında olmak için, önce başımıza yıkılmış yapının içinden geçmek gerekir.
Kaynakça
- Artaud, A. (1938). The Theatre and Its Double (Translated by Mary Caroline Richards). Grove Press.
(Orijinal eser: Le Théâtre et son Double, 1938) - Bion, W. R. (1962). Learning from Experience. Heinemann.
- Foucault, M. (1961). Madness and Civilization: A History of Insanity in the Age of Reason (Translated by Richard Howard). Pantheon Books.
- Freud, S. (1911). Psycho-analytic notes on an autobiographical account of a case of paranoia (Dementia paranoides). In The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud (Vol. 12, pp. 1–82). Hogarth Press.
- Jung, C. G. (1959). Aion: Researches into the Phenomenology of the Self (Collected Works of C. G. Jung, Vol. 9, Part 2). Princeton University Press.
- Winnicott, D. W. (1960). Ego distortion in terms of true and false self. In D. W. Winnicott, The Maturational Processes and the Facilitating Environment (pp. 140–152). Hogarth Press.