Kötülüğün Temelleri: İçten Dışa Bir İnşa
Bir insan neden kötülük yapar? Bu, psikolojinin yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda varoluşsal en zor sorularından biridir. Çünkü kötülük, dışarıda bir yerlerde değil, insanın kendi zihninin gölgesinde filizlenir.
Hepimiz kendimizi “iyi” olarak tanımlamaya eğilimliyizdir; ancak bazen kötülük, bir seçimden çok bir körlük biçiminde ortaya çıkar. Kimi zaman otoriteye boyun eğdiğimiz için, kimi zaman grubun içinde kaybolduğumuz için, kimi zamansa “hak etti” diyerek vicdanımızı susturduğumuz için…
Psikoloji açısından kötülük, tek bir cevabı olmayan bir kavramdır. Biyolojik temelleri, sosyal dinamikleri, kişilik yapıları ve ahlaki psikoloji süreçleriyle çok boyutlu bir fenomendir.
Ama belki de en önemlisi şudur: İnsan kötülüğü, insan olmanın içinde potansiyel olarak vardır. Onu anlamak, kendimizi anlamaktır.
Kötülüğün Psikolojik Temelleri
Psikodinamik Yaklaşım: Bastırılmış Dürtülerin Yansıması
Freud’a göre insan zihni üç katmandan oluşur: id, ego ve süperego.
Kötülük, çoğu zaman bastırılmış saldırganlık dürtülerinin bilinçdışından sızmasıyla ortaya çıkar. İçimizdeki “id” doyum ister; “süperego” ise toplumsal ve ahlaki baskılarla bunu engeller. Ancak bazen bu denge bozulur.
O anlarda saldırganlık, kıskançlık, hırs veya intikam dürtüsü eyleme dönüşür.
Biyolojik Perspektif: Beynin Karanlık Noktaları
Araştırmalar, amigdala işlev bozukluklarının empati eksikliğiyle ilişkili olduğunu gösteriyor. Ön frontal korteksteki işlevsel bozukluklar, dürtü kontrolünü zayıflatıyor. Bazı bireylerde “vicdanın nörolojik temeli” yetersiz çalışıyor.
Yani kötülüğün bir kısmı aslında beynin sessiz bir kusuru olabilir.
Ancak bu, “biyoloji kaderdir” demek değildir. Psikoloji burada bir umut taşır: Beynin değişebilirliği, yani nöroplastisite, bireyin davranışlarını yeniden şekillendirme potansiyelini sunar.
Sosyal Psikolojik Yaklaşım: Durumun Gücü
Milgram’ın itaat deneyleri, insanların otorite karşısında nasıl kendi değerlerini unuttuğunu göstermiştir.
Zimbardo’nun Stanford Hapishane Deneyi’nde ise “rol”, “güç” ve “kimlik” unsurları bir araya geldiğinde, sıradan insanların nasıl zalimleştiğini gördük.
Bu deneyler bize şunu öğretti:
Kötülük, bazen bireysel bir seçim değil, sistemin bir ürünüdür. Çünkü uygun koşullar oluştuğunda, en vicdanlı insan bile başkasına zarar vermeye razı olabilir.
Ahlaki Uzaklaşma: Vicdanın Sessizleştirilmesi
Albert Bandura’nın “ahlaki uzaklaşma” kavramı, insan kötülüğünün en sinsi biçimini anlatır.
Birey, yaptığı eylemi meşrulaştırarak kendi içinde haklı hâle getirir:
“Ben sadece görevimi yaptım.”, “O da bunu hak etti.” veya “Benim suçum değil, sistemin kararıydı.”
Bu cümleler, aslında vicdanın yavaşça susturulma biçimidir.
Zamanla birey, kötülüğü “suç” olarak değil, “gereklilik” olarak algılamaya başlar.
Normal İnsanlar da Kötülük Yapabilir
Philip Zimbardo’nun Lucifer Etkisi ve Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, aynı temel gerçeği vurgular:
Kötülük, genellikle şeytani insanlardan değil, sıradan koşullar altındaki normal bireylerden doğar.
Tarihteki birçok trajedi — Nazi Almanyası, Bosna katliamı, Abu Ghraib — “ben sadece emirleri uyguladım” cümlesinin arkasına sığınan sıradan insanların eseriydi.
Bu örnekler, ahlaki değerlere sahip kişilerin bile uygun sosyal koşullar altında suçun bir parçası hâline gelebileceğini gösteriyor.
İnsan kötülüğü çoğu zaman büyük nefretlerden değil, küçük kayıtsızlıklardan doğar.
Bu konu hem ürkütücü hem öğretici. Çünkü kötülüğü “uzak bir olgu” gibi düşünmek rahatlatıcı; ama aslında hepimizin içinde bir potansiyel taşıdığını kabul etmek, çok daha dürüst bir bakış.
Ben “normal insanların kötülük yapabileceği” fikrini okuduğumda önce savunmaya geçmiştim — “hayır, ben asla yapmam” diye düşündüm.
Ama sonra fark ettim ki kötülük, genellikle “asla yapmam” dediğimiz o küçük anlarda başlıyor: sessiz kalırken, itiraz etmekten çekinirken, “nasıl olsa ben karar veremem” dediğimizde.
Toplumun bize biçtiği rolleri bazen sorgulamadan kabul ediyoruz.
Bir öğretmen, bir asker, bir memur, bir psikolog, hatta bir arkadaş olarak bile sistemin bize sunduğu çerçeveler içinde ahlaki reflekslerimizi askıya alabiliyoruz.
Bence kötülüğün en tehlikeli hâli, rasyonelleşmiş olanı:
Kişi, yaptığı şeyi kötü olarak bile algılamıyor. Kendini “sadece görevini yaparken” buluyor. Ve işte o anda vicdan, yerini “sisteme uygunluk” duygusuna bırakıyor.
Bu yüzden ben artık kötülüğü “ötekinin sorunu” olarak değil, insan olmanın gölgesi olarak görüyorum. Bu farkındalık hem rahatsız edici hem de sorumluluk doğurucu bir şey.
Çünkü eğer kötülük insana aitse, önlenmesi de insanın elindedir.
Benim için etik duyarlılığın en büyük işlevi, o gri anlarda “hayır” diyebilmeyi hatırlatmasıdır.
Kötülüğü anlamak, onu mazur görmek değildir.
Tam tersine: Onu tanımak, daha bilinçli bir şekilde iyiliği seçebilmek demektir.
İyilik bazen sadece bir farkındalık meselesidir; doğru yerde durabilmeyi hatırlamak…
Kötülüğe Karşı Psikolojik Dayanıklılık: Vicdan, Empati ve Öz-Farkındalık
Kötülüğü yalnızca anlamak yetmez; onun karşısında direnmek gerekir.
Bu direnç, insanın içinde doğuştan var olan üç psikolojik güçle ilişkilidir:
-
Vicdan: Ahlaki pusulamız. Bizden gizlenmeye çalışılan yanlışları fark etmemizi sağlar.
-
Empati: Başkalarının duygularını hissedebilme yetisi. Empati, kötülüğün panzehridir. Çünkü başkasının acısını görebilen biri, zarar vermekte zorlanır.
-
Öz-farkındalık: Duygularımızı tanımak, öfkemizi anlamak, gücümüzü kontrol etmek. İnsanı olgunlaştıran şey, bu farkındalıkla davranabilme kapasitesidir.
Benim için psikoloji, sadece zihni anlamak değil; vicdanı hatırlatmanın da bir yoludur.
Kötülük üzerine yazarken bile içimde hep şu soru yankılanıyor:
“İyiliği savunmak mı daha zor, yoksa iyiliğe rağmen insan kalmak mı?”
Bazen ikincisi çok daha zor geliyor. Çünkü dünya, empatiyi değil, konforu ödüllendiriyor.
Ama yine de inanıyorum ki, insan kötülüğü anlayarak aşabilir.
Zihnimizin karanlık taraflarını reddetmek yerine onlarla yüzleştiğimizde, seçimlerimiz daha bilinçli hale gelir.
Kötülük, ancak fark edildiğinde kontrol altına alınabilir.
Karanlığa Bakmak, Karanlık Olmadan Bakabilmek
İnsan kötülüğü, insanın bir parçasıdır, ama tamamı değildir.
Onu reddetmek değil, anlamak gerekir çünkü anlamadan önleyemeyiz.
Karanlıkla yüzleşmek, insanın kendine karşı en dürüst anıdır.
Carl Jung’un dediği gibi:
“Kendi karanlığını tanımayan biri, başkalarının karanlığını göremez.”