Herkes, kendince “eksiksiz” olanı bulma telaşı içindeyken; ilişkilerin performe edildiği ve bir araç haline geldiği günümüzde, bağ kurabilme kapasitemiz günden güne köreliyor. Esasen “işe yarıyor olmak”, bir zamanlar yalnızca eşyaların tabiatına özgü bir özellik iken, şimdilerde insan ilişkilerinde de belirleyici bir parametreye dönüşmüş durumda. Hızlı tüketim kültürünün etkileri, romantik ilişkilerde de fazlasıyla gözlemleniyor.
İlişkiler, adeta kolayca erişilebilir ve hızla tüketilebilir bir nesne gibi tanımlanırken, bireyler; ilk çatışma, ilk hayal kırıklığı ya da ilk mesafe deneyiminde, “Bu kişi benim için doğru insan değil” düşüncesiyle ilişkiden hızla çekilme eğilimi gösterebiliyorlar. Bu durum, ilişkinin sürdürülebilirliği açısından gerekli olan sabır, emek ve karşılıklı anlayış süreçlerinin çoğu zaman göz ardı edilmesine neden olurken, bizler temelde sağlıklı bir ilişkinin asıl gerekliliklerini ıskalıyoruz.
Tüketilen İlişkiler ve Yedekler Listesi
Birkaç mesajla kurulan yeni ihtimaller, kolay erişilebilirlik ve adeta bir “yedekler listesi” taşımak, ilişkilerdeki bağı gün geçtikçe kırılganlaştırmakta; ilk sorun anında “daha iyisini bulabilirim” güvenini beslerken, oysa belki de en büyük odak noktamız olması gereken gerçeği sık sık göz ardı edebiliyoruz.
İlişkilerin gerçek değeri, kolayca vazgeçişlerde değil; emek, sabır ve karşılıklı anlayışla kurulan sağlam bağlarda gizlidir. Bu farkındalık, beni bir insan olarak bambaşka bir boyuta taşıyor. Zorluk hissettiğimiz her an ya da huzursuzluk yaşadığımızda, bunun kaynağı her zaman karşımızdaki kişi olmayabilir. Bu bazen bir yanılsamadır.
Kimi zaman kendi beklentilerimiz, algılarımız, kırgınlıklarımız ve geçmişten taşıdığımız izler de bu deneyimi fazlasıyla şekillendirebilir. Bu yazıdaki amacım, sizlere bu açıdan farklı bir perspektif sunabilmek ve ilişkiler üzerine yeniden düşünmeye davet etmektir.
“Doğru İnsan” Arayışı ve Dengesizlik
Şayet görüyorum ki yolunda gitmeyen şeyler var; bizi içten içe kemiren, benliğimizi yavaşça ele geçiren derin bir huzursuzluk sarmalı. Hepimiz “doğru insanı” arıyoruz, ama gerçekte kimse doğrudan “doğru insan” olabilmek için bir çabaya girmiyor, daha doğrusu belki de giremiyoruz.
Bir psikolog olarak amacım, ilişkilerdeki bu dengesizliği ve tezatlığı derinlemesine sorgulamak, irdelemek ve günün sonunda anlamlandırmaktır. En nihai amacım, insanın kendinin en sahici ve en gerçek haliyle tanışmasına olanak ve imkân sağlamaktır. Bunun için alan açabilmek benim için ziyadesiyle kıymetli bir değerdir.
Kendilikle Tanışmak: Gerçek İlişkinin Başlangıcı
Bir insanın kendilik haliyle tanışması ne anlama gelir?
Bu soruya anlamlı bir başlangıç yapmak istiyorsak, dikkatimizi yönlendirmemiz gereken ilk yer, kişinin kendi içsel varlığının mevcudiyetidir. Bir ilişkide, başlangıç noktamız kendimiz olmalıdır. Çünkü gerçeklik, ancak insanın iç dünyasının görünürlüğünü fark etmesiyle mümkün hale gelir.
Bu kritik fark ediş, çoğu zaman sessiz ama derin bir yüzleşmeyi de beraberinde getirir. Sanıyorum ki insan, en çok da burada kendi içsel varlığıyla temas etme noktasında ket vuruyor duygusal gelişimine. Çünkü insan için kendi içine bakmak, çoğu zaman dış dünyayla başa çıkmaktan çok daha ürkütücüdür.
Eksikliklerimize, acılarımıza ve içsel yaralarımıza dürüstçe ve şeffaf bir şekilde bakabilmek, sanıldığı kadar kolay değildir. İnsan, kendi gölge yanlarına bakma konusunda genellikle çekimser davranır. Çünkü bu yanlarla yüzleşmek, içsel konfor alanını tehdit eden bir unsur haline gelebilir.
Bu farkındalık, insanı bilinmez sulara sürükler; belirsizlik ve tanıdık olmayan her şey, insan zihni için ulaşılması güç ve çoğu zaman tehdit edici bir algı yaratır. Bu bilinmezlik, kontrolü kaybetme korkusunu tetikler. Ancak unutmamak gerekir ki bu duygusal belirsizlik, dönüşümün tam da başladığı yerdir.
Benlik Bütünlüğü ve İçsel Uyum
İçsel temasın mümkün hâle gelmesi, önce benliğimizle kurduğumuz ilişkinin niteliğine bağlıdır. Benliğin parçalarının entegrasyonu, kişinin yalnızca güçlü yanlarıyla değil; kırılganlıkları, eksiklikleri ve geçmişten taşıdığı yükleriyle de barışması anlamına gelir.
Bu bütünleşme, içsel bir uyum yaratır. Parçalanmışlık hissi azalır, kişi artık kendini tamamlanmamış bir hikâyenin dağınık kahramanı gibi hissetmez. Tersine, her bir deneyimin —acı da dahil olmak üzere— kendinde bir yeri ve anlamı olduğunu fark eder.
Bu farkındalık, sadece içsel huzuru değil, yaşamla kurulan ilişkiyi de kökten dönüştürür.
Kendine Dair Farkındalık: İlişkinin Temeli
Her birimizin bir ilişkideki ilk ve en mühim hikayesi budur: Kendimize dair ihtiyaçlarımızın farkına varmamız gerekir. Ona dair değil, kendimize dair… Derin ihtiyaçlarımızın farkında olmamız gerekir.
Bu söz, sevgili Psikiyatrist Dr. Gülcan Özer’in Bu İlişkiyi Konuşmalıyız adlı kitabında geçen ve bana fazlasıyla temas eden bir cümledir. Bir hakikat.
Ezcümle, bu gerçeği idrak edebildiğimiz zaman bütünü çok daha sağlıklı değerlendirebiliriz. Hayatı ve ilişkileri, olduğundan çok daha lezzetli ve doyumlu bir hâle getirmek mümkündür.


