“Söylesene bana, nasıl unutulur düşünmek?” Shakespeare’in kaleminden çıkan bu dizeler, yalnızca bir karakterin ruhundan bir parçayı değil, aynı zamanda insanlara dair en kadim serzenişi dile getirmektedir: Zihnin susmayışı. Düşüncenin ambivalansı ne de ilgi çekici değil midir insan için? Bir yandan insanoğlunu diğer tüm canlılardan ayıran o yegâne özellik, öte yandan ise varoluşun karanlık köşelerine sürükleyen bir lanet… Her düşünce, elbette insan için bir yol açmaktadır, ancak insan için en zor kısım, açılan o yolların kimi zaman bir sona sahip olmadığını kabul etmekle başlar. Çoğu zaman o yolların sonu bir çıkmaza, boşluğa ve belki de hiçliğe doğru uzanmaktadır. İnsan zihni kendi içinde kıvrılan bir labirent, düşünceler ise bu labirentin duvarlarında yankılanan kurtuluşun anahtarı ya da esaretin bekçisidir.
Düşüncenin Varoluşsal Kökeni
Düşüncenin insan varoluşunun özü olarak ele alınması Sokrates’e kadar dayanmaktadır. Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez denir, ancak bazen öyle anlar gelir ki insan, bütün sorgularından arınmış bir şekilde var olmak, özne olmanın getirdiği yükümlülüklerden soyutlamak ister kendini. Ne geçmiş pişmanlıkların pençesine takılıp kalmak, ne de geleceğin belirsizliğine doğru sürüklenmeye devam etmek… Bir anlık duruluk, düşünceden sıyrılmak mümkün müdür? Sahiden de unutulabilir mi düşünce?
Varoluşçu Perspektif ve Düşüncenin Yükü
Varoluşçu perspektife göre insanlar düşünceyle doğar, büyür ve ölür. Kierkegaard, insanın bitmek bilmeyen ihtimaller dünyasına yönelik duyduğu derin kaygının kökenini tam olarak düşüncenin ta kendisi olarak değerlendirmektedir. Ona göre düşünebilmek, sonsuz olasılıkların farkına varmak demektir. Ve günün sonunda bu farkındalık, beraberinde kaçınılmaz bir tedirginlik getirmektedir. Sartre ise insanın özgürlüğe mahkûm olduğu bir oksimoronun içerisinde olduğunu öne sürmektedir. Sürekli bir seçim ve karar sirkülasyonu içerisine hapsolmuş insanı özgürlüğe bir adım daha yaklaştıracak tek yol, yine düşüncenin ta kendisidir.
Zihni Susturmak Mümkün mü?
Peki ya gerçekten düşünceden kaçmak mümkün müdür ya da en azından bir kereliğine zihindeki bütün sesleri susturmak? Modern teknolojik devrimin getirisi hızlı dijital akışlar, bunu mümkün hale getirmeye çalışmakla beraber esasında bu yalnızca düşünceyi bastırmaya çalışmaktan ibarettir. Ve eninde sonunda bastırılan her düşünce, farklı bir kılıkta zihne tekrardan dönmeye mahkûmdur. Bilinçaltı, hiçbir şeyi tam anlamıyla unutmamıza izin vermez der Freud, yalnızca erteler, erteler ve erteler… Zamanı gelince ise fısıltıyı çığlığa çevirir.
Doğunun Bilgeliği ve Düşünce ile Barış
Öte yandan doğunun bilgelik dolu yolunda Zen, zihni susturmak için düşünceyle savaşmanın aksine onunla barışmaktan yanadır. Düşünce gelir ve gider, tıpkı rüzgâr gibi, hiç durmaksızın akan bir ırmak gibi. Düşünceye karşı açılan savaş ise tıpkı akıntıya karşı kürek çekmeye benzer, ne kadar çok savaşırsa insan, o kadar bitkin düşer. Halbuki akıntıya karşı savaş açmadan yalnızca kendini bırakmak, akış yolunu kabullenmek daha az mücadeleyi gerektirmez mi? Aynı şekilde, belki de unutmak düşünceden kurtulmak değil; onunla barışmaktır. Ne onun varlığını inkâr etmek ne de egemenliğini kabul etmektir.
Düşüncenin Ağırlığını Hafifletmek
Belki de Shakespeare’in sorusu bir cevap arayışından ziyade yalnızca bir dilekten ibarettir. Çünkü asıl mesele düşünceden kurtulmak değil, düşüncenin ağırlığını hafifletebilmektir. Düşüncenin ağırlığını hafifletmek, zihni susturmakla mı mümkündür yoksa onunla uyum içinde kalmakta mı? Günün sonunda tüm bu arayışlar sonucunda tek bir gerçek kalmaktadır geriye, insan ne olursa olsun düşünmektedir. Unutmak istenir, ancak unutmak bile yalnızca hatırlamanın varlığı ile mümkündür. Hatırlamak ise düşüncenin en ince oyunudur. Hatırlamak bazen can yaksa bile, asıl korkutucu olan hatırlayamamak değil midir?