Arzu, insan varoluşunun en tartışmalı dinamiklerinden biridir. Ne tamamen yok edilebilmekte ne de bütünüyle doyurulabilmektedir. Bu yüzden tarih boyunca filozoflar, şairler ve psikanalistler arzunun mahiyeti üzerine düşünmeyi sürdürmüştür. William Blake’in Cennet ve Cehennemin Evliliği’nde dile getirdiği şu söz, bu tartışmaya güçlü bir giriş kapısı açmaktadır: “Arzulayan ama eyleme geçmeyen kişi ancak hastalık doğurur.” Blake’in bu ifadesi, arzunun yalnızca içsel bir dürtüden ibaret olmadığı; bedensel ve ruhsal sağlığı doğrudan etkileyen bir güç olduğuna işaret etmektedir.
Benzer biçimde, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi eserinde Lord Henry, Blake’in sezgisini farklı bir retorikle dillendirir: “Boğmaya yeltendiğimiz her dürtü zihinde kuluçkaya yatar ve bizi zehirler. Bir ayartmadan kurtulmanın tek yolu ona teslim olmaktır.” İki farklı yüzyılın bu iki sesi, bastırma meselesi hususunda benzer perspektifler kazandırmış; zihinlerde insanın etik, estetik ve varoluşsal alanlarını kuşatan bir sorgulama uyandırmıştır.
Blake’in Arzunun Yaratıcı Gücü Üzerine Görüşü
Blake’in ifadesini anlamak için ise onun genel düşünce iklimine bakmak gerekir. Blake, rasyonel aklın mutlaklaştırıldığı, arzunun ise tehlikeli ve denetim altına alınması gereken bir güç olarak görüldüğü bir dönemde yaşamıştır. Dolayısıyla arzuyu şeytani bir dürtü olarak değil; insanın yaratıcı potansiyelinin kaynağı olarak konumlandırmaktadır. Buradan yola çıkarak “arzulayan ama eyleme geçmeyen kişi” ifadesini, arzunun inkârının insanı çürüteceği yönünde bir uyarı şeklinde değerlendirmek mümkün hale gelmektedir.
Oscar Wilde ve Dürtülerin Zehri
Oscar Wilde’ın Lord Henry aracılığıyla dile getirdiği sözler ise Blake’inkinden daha çığır açıcı bir niteliktedir: “Bir ayartmadan kurtulmanın tek yolu ona teslim olmaktır.” Buradaki teslimiyet kavramı arzunun inkârının değil; doğrudan deneyimlenmesinin kurtuluş sunduğu fikrine dayanır. Bastırılan her dürtü, zihinde gizli bir intikam duygusuyla büyür; Wilde bunu “zehir” olarak kavramsallaştırmaktadır.
Bu yaklaşım, Blake’in “hastalık” metaforuyla aynı kökten beslenir. Ancak Wilde’ın önerdiği çözüm, ölçüsüz bir hedonizme de kapı aralamaktadır. Çünkü her arzunun tatmini, bireyi özgürleştirmek yerine yeni bağımlılıklara sürükleyebilir. Burada sorulması gereken sokratik soru şudur: Arzuya teslimiyet gerçekten özgürleşme midir, yoksa daha derin bir esaretin başlangıcı mı?
Arzu, Etik Sorumluluk ve Denge Arayışı
Blake’in “eylemsiz arzu hastalık doğurur” sözü ile Wilde’ın “bastırılan dürtü zehir üretir” ifadesi, aynı hakikatin iki farklı boyutunu temsil etmektedir. Her ikisi de bastırmanın doğurabileceği yıkıcı sonuçlara dikkatleri çekmektedir. Fakat çözüm konusunda ayrışırlar. Blake’in yaklaşımı, arzunun yaratıcı bir enerjiye dönüştürülmesini ima ederken, Wilde arzunun doğrudan yaşanması gerektiğini savunur.
Tam da bu noktada insanın etik sorumluluğu devreye girer. Arzuyu inkâr etmek ruhsal çürüme üretir; ama arzunun sorgusuz sualsiz tatmini de insanı tüketebilir. Burada denge arayışı önemlidir: Arzuya kulak vermek, onu anlamak, dönüştürmek ama aynı zamanda yönlendirmek. Bu noktada Sokrates’in öğüdünü hatırlamak gerekir: “Kendi kendini bil.” Arzunun bize söylediğini duymak, fakat onun bizi körlemesine sürüklemesine izin vermemek.
Modern Psikoloji ve Arzu
Blake ve Wilde’ın sözleri modern psikolojide karşılığını bulur. Jung’un gölge arketipi, bastırılan arzunun bilinçdışında birikerek kişiyi içeriden kemirdiğini anlatır. Gestalt terapisi ise “yarım kalan işler” kavramıyla benzer bir iddia taşır: tamamlanmamış arzular, zihinde kapanmamış bir daire gibi kalır ve kişiyi rahatsız eder.
Ontolojik Açıdan Arzunun Derinliği
Felsefi düzlemde ise mevzu daha da derindir. Arzu, insanın ontolojik açlığını görünür kılar. İnsan, hiçbir zaman bütünüyle tatmin olamayan bir varlıktır. Dolayısıyla arzunun bastırılması da tatmini de mutlak çözüm değildir. Belki de çözüm, arzuyla diyalog kurabilmektir: onu bir düşman ya da efendi değil, birlikte yaşanacak bir yol arkadaşı olarak görmek.
Sonuç: Arzunun İnkârı ve Özgürleşme Arasındaki İnce Çizgi
Blake ve Wilde’ın ele aldığı ortak hakikat, bastırmanın yıkıcı sonuçlar doğurduğudur. Arzunun inkârı, bedende hastalığa, zihinde zehire dönüşür. Ancak her iki düşünürün çözüm önerileri bizi farklı yollara davet eder: Blake, arzuyu yaratıcı bir güç olarak işlemeye; Wilde ise ona teslim olmaya çağırır.
Bugün bize düşen, bu iki çağrıyı körü körüne izlemek değil, onları sorgulamaktır. Çünkü arzu, tek bir reçeteyle yönetilemeyecek kadar karmaşık bir doğaya sahiptir. Belki de en doğru tavır, arzuyu bastırmadan, fakat ona bütünüyle teslim olmadan yaşamaktır. İnsan, kendi arzularıyla kurduğu bu gerilimli diyalogda hem hasta olma hem de özgürleşme potansiyelini taşır.
Tebrikler. Bilgilendirici bir içerik.