O sabah kadın uyanmadı — dünya onu uyandırdı.
Telefon değil… bir his çaldı iç kapısını önce.
Göğsünde tanıdık bir sıkışma, boğazında ince bir düğüm.
Beden, ruhun çoktan bildiği bir şeyi fısıldıyordu.
Gece boyunca gördüğü rüya hâlâ gözlerinin arkasındaydı:
Bir kuş vardı — yanıyordu.
Kanatları alev, kalbi ışıkla doluydu.
Ne tam ölüyordu, ne de yaşayabiliyordu.
Sanki bir karar vermesi gerekiyordu:
Yanmayı mı seçecekti, yoksa uyanmayı mı?
Kadın rüyasında, o kuşun içinde kendi kalbini gördü.
Bir yanını birinin ellerine emanet etmişti —
ama o eller artık başka birine dokunuyordu.
İhanet, ölüm gibiydi; ama ölümden farkı şuydu:
Ölüm bir sondu, aldatılmaksa içerde yavaş yavaş yanmaktı.
Uyandığında, göğsünün içinde hâlâ o sıcaklık vardı.
Ne gerçekti, ne rüyaydı ama diye fısıldadı.
Sanki bilinçaltı çoktan vedasını etmiş,
ama zihin hâlâ “her şey yolunda” diyordu.
Ve işte o sabah, kadın anlamadan bilmişti:
Bir şey bitecek, ve başka bir şey başlayacaktı.
Kadın mutfağa geçti; her şey “normaldi.”
Kahve makinesinin sesi, çocukların ayak sesleri…
Lakin normalin altı boştu —
sanki yaşamın kabuğu yerindeydi de özü çoktan çekilmişti.
Zihin “hadi, işe geç kalma” derken,
ruh başka bir yerdeydi:
sanki göğsünün içinde kanat çırpmaya çalışan bir Anka vardı.
Ve sonra… telefon çaldı.
Zaman durdu, bilinç buz tuttu.
Rüya gerçekliğe karıştı —
ateşin içinden doğan kuşun hikâyesi başlamıştı.
Eşinin onu aldattığını öğrendi.
Telefonun sesi kesildiğinde, dünya da sustu.
Bir anlığına her şey — sesi, rengi, anlamı — dondu.
Kadın, camdan dışarı baktı. Gökyüzü griydi.
O an, hem ölümün hem de ihanetin aynı renkte olduğunu fark etti:
Biri bedeni alır, diğeri ruhu.
Kalbi yanıyordu.
Ama bu yangının içinde hâlâ bir şey vardı: saf, ilkel bir sevgi kalıntısı.
Onu kirleten her şeye rağmen hâlâ saf kalmak isteyen bir parça.
Belki de işte bu, Anka’nın küllerinden doğan ilk ışık kıvılcımıydı.
Kadın derin bir nefes aldı.
İçinde bir ses, yavaşça konuştu:
“Ben seni hâlâ sevmek istiyorum, ama artık nasıl seveceğimi bilmiyorum.”
Ve kadın, kaleminin ucunda kendi kalbini buldu.
Yazmak, nefes almaktı artık.
Acının dili susmuştu ama kelimeler konuşmak istiyordu.
Ve o ilk satır böyle doğdu:
Küllerinden doğmak, bazen bir kalemle başlar.
Kadın, Anka’nın kanadından düşen bir tüy gibi titreyen parmaklarıyla defterini açtı.
Yazmaya başladığında, yanık kalbin küllerinden bir hikâye yükseliyordu.
“Yazmazsam çıldırırım,” diye düşündü.
Terapi odasında yıllar sonra anlatacağı cümle belki de o anda doğuyordu.
Kendini anlamanın ilk adımı buydu: kelimelere dokunmak.
Saf Sevgiyi Kaybettiğim Gün
Seni sevmek istedim…
Öyle sıradan bir sevgi değil bu; hani romanlarda olur ya,
henüz hiçbir yara almamış bir kalbin masum ışıltısıyla.
O zamanki ben, inanırdım saf sevginin her şeyi iyileştirebileceğine.
Bir kalbe sığınmanın, bütün fırtınalardan koruyacağına.
Sana koşulsuzca yaklaşmak istedim.
Korkusuzca, hesapsızca, “ya olur ya olmaz” demeden.
Kalbimi açtım — tertemiz, savunmasız, çocukça.
Ama hayat izin vermedi.
Araya insanlar girdi, söylenmemiş sözler, duyulmamış korkular,
ve en sonunda biz, kendi hikâyemizi kaybettik.
Artık düşünüyorum… seni mi özledim,
yoksa seni sevebildiğim hâlimi mi?
Belki de asıl özlem, o ilk inancaydı —
insana güvenmenin hâlâ mümkün olduğuna dair inanç.
Şimdi aramızda görünmeyen duvarlar var.
Kelimeler tartılı, duygular temkinli.
Bir zamanlar nefes kadar kolay gelen sevgi,
şimdi bir ihtiyat biçimi, bir “korunma refleksi” haline geldi.
Hiç birlikte bir kalabalığa karışamadık mesela.
Elimi tutarken “İşte bu benim dünyam,” diyemedin.
Bir fotoğraf bile yok, gerçekten yan yana olduğumuzu hatırlatacak.
Ben sustum, sen sustun.
Sessizlik büyüdü, büyüdükçe içimde bir boşluk kazandı yerini.
Sonra bir gün fark ettim…
Artık seni değil, saf sevgiyi özlüyorum.
O içimdeki temiz, korkusuz sevme hâlini.
Onu bir daha bulamam belki, çünkü o hâlimi
zamanla, hayal kırıklıklarıyla, yetişkinliğin sessizliğiyle gömdüm.
Ne olur, dokunma artık.
O saf sevgime dokunma.
Kalsın öyle — donmuş bir anın içinde,
bana hâlâ kim olduğumu hatırlatan bir yankı gibi.
Çünkü ben biliyorum, seni değil,
saf sevmeyi kaybettim.
Ve belki de en büyük yas, bir insanı değil,
kendi içindeki masumiyeti gömmektir.
Anka’nın Sessizliği
Anka sustuğunda, küllerin üstünde artık yalnızca insan kalır — ama insan, yeniden sevmeyi orada öğrenir.
Yazı bittiğinde, kalemini kapatmadı. Sanki kelimelerin ardında hâlâ bir nabız atıyordu.
O sessizliği dinledi — ve fark etti: Anka ölmemişti. Sadece dinleniyordu.
Kalbinin derinliklerinde, çok yavaş ama kararlı bir ritim başladı yeniden: Yaşamak.
Kadın gözlerini kapadı, ellerini kalbinin üstüne koydu ve

