İnsanın varoluşsal sancıları teknolojiyle çözülebilir mi?
Zima, sonsuz evreni ve bilgisini tuvallere çizen çeşitli teknolojilerle donatılmış insan sonrası (posthuman) bir sanatçının hikayesini anlatmaktadır. Zima’nın yaşadığı sanat yolculuğu aslında varlığını anlamlandırmak için yaptığı bir gezintidir. Zima çok gösterişli tablolar yapsa da bütün dünyayı sanatına ortak etse de tatmin olmaz çünkü özünü, nereden geldiğini unutmuştur.
Zima çizdiği tablolarda her zaman bir sonrakinden daha büyük olan mavi bir dikdörtgen çizer. Bu aslında varlığının özüne, sanatla yaptığı göndermedir. Zima’nın bu davranışı bana Sokrat’ın “kendini bil” söylemini hatırlatıyor. İnsan ya da varlığa sahip olan her bir canlı yaşam amacını bulamadığında başıboşlaşır, nereye ait olduğunu bilemez. Zima tüm evreni kendine tuval etse de bu işin sonunda eski özüne, yani havuz seramiklerini temizleyen gelişmemiş makine haline parçalanarak geri dönüyor.
Zima dizide eskiden makineleri çok seven bir kadın tarafından hatırlanır. Bu kadın ev işlerini yaptırmak için çeşitli makineler üretmiş, tüm makinelerini sevmiş ama havuzunu temizleyen makinaya karşı özel bir ilgisinin olduğunu söylemiştir. Kadın öldükten sonra Zima amacını başkalaştırmaya doğru ilerlemiş fakat o kadını ve eski benliğini unutmamıştır. En sonunda Zima, tüm teknolojik parçalarını çıkararak öz benliğine geri dönüp havuzdaki fayansları temizleyen makinaya dönüşür.
Zima Blue ve Varoluşçuluk Perspektifi
Aşkınlık
Zima öncesinde bir eser yaratmak istemiştir. Buradaki giderek büyüyen şekil, varlığın kaynağa attığı bir çığlık olarak değerlendirilebilir. Aslında Zima burada kendini aşkın bir varlığa dönüştürmüştür; insanlığın ötesinde anlamı kendi içi dışında, kozmik bir gerçeklikte aramaktadır.
Özgürlüğe Mahkum Olmak
Sartre’nin de dediği gibi “varoluş özden önce gelir.” Bu durum şunu anlatır: İnsan doğduğu anda nasıl olacağı tamamen kendi seçimleriyle mümkündür. İnsan ne seçerse o olur (radikal özgürlük). Burada Zima, sınırsız seçim yapma ve hangi bilgiyi isterse ona ulaşabileceği bir konumdadır. Bu konum ona çok ağır bir sorumluluk duygusu yüklemekte ve varoluşunu anlamlandırmada sancılanmaya sebep olmaktadır.
Absürd ve Otantik Benlik
Zima’nın kozmik sanatı, bu absürde bir başkaldırıdır. Kendisine tanımlanmış görevin dışına çıkarak anlam aramaya başlar. Fakat anlamı, ilk olduğu halidir. Zima açısından otantik olması için varoluşunun gerçekliğini kabul etmesi gereklidir.
Varoluşçu Psikoloji ve İnsan Deneyimi
Varoluşçu psikoloji, ölüm, anlamsızlık, özgürlük ve yalnızlık kaygılarının toplamından oluşmaktadır. Öncelikle kişi başkasına güvenmek yerine kendine güvenmesi gerektiğini anlamadan, hiçbir amacı olmadan yaşar ki o yalnızdır. Sonsuz sorumlulukların arasında dünyaya atılmıştır, yardım alamaz, kendisi için planladığı amacından başka bir şeyi yoktur (Chiristian, 1986).
Hani büyüklerimiz der ya: “Kendin için bir şeyler yapmak istiyorsan çevrene yardımcı ol.” Sartre (2005) açısından varoluşu bilen her insan kendini bulma sorumluluğu taşımaktadır ama bu yalnızca kişinin kendisini kapsamaz. Biz bir seçim yaptığımızda aslında diğer insanları da seçiyoruz. Çünkü her seçiminizin kendinize olduğu kadar çevrenize de etkisi olacaktır.
Sonuç: Varoluşun Treni
Seçimlerimizde özgür olmak deyince aklıma bir anım geldi. Okulda görüşme teknikleri dersimizde ders sorumlusu hocam terapist, ben ise danışan olmuştum. Amacımız normal bir terapi seansını canlandırmaktı. Benim danışan kişiliğim varoluşsal krizler yaşayan üniversiteli bir gençti. Orada terapim devam ederken terapistim benim yaşımdaki her gencin varoluşsal kriz yaşadığını söylemişti. Ben ise yaşamadıklarını, çünkü eğer yaşasalardı bu durumda olmayacağımızı anlattım. Ve şöyle bir soru yönelttim:
“Hayatınızda kabul ettiğiniz her doğruyu sorguladınız mı, her yaptığınız davranışın çıktısını düşünüyor musunuz?”
Terapistimden bunun çok yorucu olduğunu ve zihni çok yorduğundan kaynaklı olarak hayır cevabını aldığımda şöyle dedim:
“O zaman hayatınızdaki davranışların dahi sorumluluğunu alamıyorken, hayatınızın sorumluluğunu aldığınızı nasıl söyleyebiliyorsunuz?”
Hepimiz seçimler yapıyoruz ve hayatın keskin gerçeklerinden biri, buna hepimizin katlandığı ve eşlik ettiğidir. Aynı bütünün farklı parçalarıyız ve birbirimizden ayrışmış değiliz. En basitinden çevre kirlilikleri, küresel ısınma, kasıtlı yangınlar vb. olaylarda hepimiz bu durumlardan etkileniyoruz.
Varoluşu hissetmek hem çok güzel hem de inanılmaz korkunç; bir bakıma hızlı trene binmek gibi hissettiriyor. Bu trenin diğerlerinden farkı hiç yavaşlamıyor ya da durmuyor olması. Bu yüzden trende olduğunuzu fark ettikçe bulantı devam ediyor. Amacımız hayatımızın geri kalanında trende olmanın sorumluluğunu alarak bazen sıkı sıkı tutunmak, bazen kollarımızı havaya kaldırıp eğlenmek, bazen de tren yolunun yine bizlere çıktığını görmek.
Kaynakça
Chiristian, L. J. (1986). Philosophy an introduction of wondering.
Sartre, J. P. (2005). Varoluşçuluk (çev. A. Bezirci). İstanbul: Say Yayınları.



İlgi çekici ve bilgilendirici bir yazı olmuş. Özellikle yazarın görüşme teknikleri dersinde yaşamış olduğu anısında terapist rolündeki ders sorumlusu hocasına yöneltmiş olduğu soru kendimi sorgulamamı, aynı soruyu kendime sorarak farkındalık kazanmamı sağladı.