Bazen gözlerimizi yaşartan bir şarkıya kulak veririz, bazen de kalbimizi hızlandıran bir korku sahnesini merakla izleriz. Peki insanı üzen ya da korkutan şeylerde neden huzur ararız? İlk bakışta çelişkili görünen bu durumun aslında güçlü bir psikolojik açıklaması vardır: katharsis.
Yüzyıllardır felsefeden psikolojiye uzanan bu kavram, insanın zorlayıcı duygularla güvenli bir biçimde yüzleşmesini ve içsel bir rahatlama yaşamasını anlatır. Gotik sanat, hüzünlü melodiler ya da karanlık estetik; bizi yaralamaktan çok, duygularımıza dokunarak kendimizi anlamamıza imkân tanır.
Gotik sanat kavramını her ne kadar şu an mimari eserlerden bahsederken daha sık kullanıyor olsak da, bir dönemin roman ve denemelerine konu olmuş ilhamını insanın içerisindeki acıyı dışarı vurma ihtiyacından almış bir alandır. Hüznün bütün insanlığın sahip olduğu bir duygu ise, hüzünlü müzikleri doğuran yaşanmışlıkları anlamak için bambaşka pencerelerden izlemeye gerek var mıdır o dünyayı? Bunların hepsinin ortaya çıkış kaynağı insandadır. Belki de bu yüzden karanlık, sandığımız kadar korkutucu değil; tam tersine, kendimizi bulduğumuz bir ayna gibidir.
İnsanların iyi ve güzel olana yönelmesi, onu araması, merak etmesi ve onu bulmayı hayat gayesi hâline getirmesi durumu yeni ve ilgi çekici olmayabilir. Estetik kavramı tam da bu ilgi çekici olmayan sorular yığının ortasındaki iyi ve güzel olan kavramlarından doğmaktadır.
Bu kelimenin kökü, Yunanlıların diğer dillere kazandırdığı hassas duygu da denilebilecek anlamı taşımaktadır ve insanlar şimdiye kadar hassas olarak adlandırılan bu duyguyu iyiye ve güzele atfetmiştir. Peki psikoloji perspektifinden bakıldığında olumsuz, belki de karanlık diyeceğimiz korku, hüzün, agresyon gibi duygularımız da hassas değil midir ve yansıtılmayı onlar da hak etmez mi?
Ailesinden birini, sevdiği bir insanı veya nesneyi, saksıda solmuş bir çiçeği insanlığa duyurmak için cıvıl cıvıl resimler çizilmesi, neşeli dörtlüklerden oluşan şiirlerin kaleme alınması meydana getirilen o eserde eğreti duracak, giydirilen gömlek kendisine bir türlü yakışmayacaktır. Bu duyguları yansıtmak için yine aynı duyguları uyandıracak, belki de kendisine maruz kaldığımızı bütün anlarda bize aynı duyguları tekrar tekrar yaşatacak araçlara ihtiyaç vardır.
İşte insanın en önemli ihtiyacı olarak kabul edilmesi gereken, birçok psikopatolojik rahatsızlığın da sebebi olan kendini ifade etme ihtiyacı ve akabinde anlaşılma ihtiyacından bu eserler ortaya çıkar. Oluşturulan bu eser yayıldıkça benzer duyguları farklı olaylardan dolayı yaşayan insanlara ulaşır, bir başkasına ait bir üründe kendini bulan insanlarla anlaşılma ve destek ihtiyacı artar.
Karanlığa olan ilginin sebebi de buradadır diyebiliriz aslında; başkasının aynasında kendini görmek.
Katharsis ve Psikolojik Perspektif
Felsefeden beslenen psikolojinin de ilk yıllarından itibaren çalışma alanına dâhil ettiği katharsis kavramı, insanın kendini ifade etme ihtiyacını farklı bir açıdan açıklamamıza yardımcı olur. Sigmund Freud’un psikanaliz yönteminin yapıtaşlarından biri olan katharsis, bilinçdışı süreçlerin de en az bilinç düzeyi kadar okunabilir olduğu düşüncesinden doğar. Freud’a göre sanat, yalnızca bir yaratım değil; aynı zamanda duygusal bir tatmin alanıdır. Sanat eseri, kişiye haz verirken yaşamın sıkıntılarından geçici bir uzaklaşma da sağlar (Çelikkan, 2017).
Sanatçı, eserini ortaya koyarken içinde taşıdığı tutkuları, fantezileri, heyecanları ve acılarını dışavurur. Bu yoğun duyguların yarattığı içsel çatışmaya karşı yaşadığı boşalım ise katharsisin ta kendisidir. Eserdeki bu duygusal aktarım öylesine güçlüdür ki, etkisi yıllar boyunca, hatta kimi zaman yüzyıllar boyunca varlığını sürdürür.
Ancak burada merak uyandıran bir nokta vardır: Bu arınma yalnızca sanatçının yaşadığı kişisel bir süreç midir, yoksa izleyici ve okuyucu için de benzer bir etki yaratır mı?
Aslında katharsis, yalnızca yaratım sürecine özgü değildir. Bir sanat eserini deneyimleyen kişiler de, kendi içlerinde bastırdıkları ya da dile getirmekte zorlandıkları duyguları eser aracılığıyla dışa vurma fırsatı bulurlar. Böylece sanatçıyla aynı dili paylaşmadan, benzer bir arınma yaşarlar. Sonuçta katharsisin sanattaki gücü, bir sanatçının iç dünyasından doğan eserin, bambaşka yaşam deneyimlerine sahip insanlar için de derin bir arınmaya dönüşebilmesinde saklıdır.
Sanat, bireyin kendi içsel fırtınalarını dışa vurduğu kadar, başkalarının da o fırtınalarda kendini tanımasını sağlar. Ancak mesele yalnızca sanatla sınırlı değildir; acı, korku ve hüzün, insanları birbirine en çok yaklaştıran ortak duygulardır. İşte tam bu noktada devreye kimlik ve aidiyet girer.
Farklı kültürler, topluluk üyelerine belli kalıplar ve ortak duygusal tepkiler kazandırır. Hüznün nasıl yaşanacağı, mutluluğun hangi jestlerle dışa vurulacağı ya da bir kelimenin jargon içinde nasıl kullanılacağı bize zamanla işlenir. Sebepler farklı olsa da verilen tepkilerin biçimi ve şiddeti çoğunlukla benzerdir.
Bunu basitçe bir korku filmi örneğiyle açıklayabiliriz: Asya yapımlarında hikâyeler çoğunlukla salgın, hastalık ya da ele geçirilme üzerine kurulur; Avrupa’da bilinmeyen varlıklar ve gizemli cinayetler öne çıkar; Amerika’da ise seri katiller veya çözülemeyen gizemler. İnsanlar, aşina oldukları kültürel korkuları daha ürkütücü bulur ve tepkilerini buna göre şekillendirir.
Bu örnekten hareketle, bireylerin içinde yaşadıkları toplumla birlikte bir karakter ve kimlik kazandıkları söylenebilir. Suç oranı yüksek bir çevrede yetişen birey, her kurbanda potansiyel bir suçlu görebilir ya da şiddetin normalleştiği bir yerde saldırgan davranışları daha kabul edilebilir bulabilir. Burada Sosyal Öğrenme Kuramı (Bandura, 1971) devreye girer: İnsanlar doğdukları andan itibaren taklit ve gözlem yoluyla öğrenir. Çekirdek ailede görülen davranışlar nasıl bireye sirayet ediyorsa, toplumda maruz kalınan tutumlar da kişinin üzerinde iz bırakır.
Bu noktada sanatın ve kültürel ritüellerin bize sunduğu şey sadece bir estetik deneyim değil, aynı zamanda duygularımızı güvenli bir alanda sınama imkânıdır. İzlediğimiz bir filmde, dinlediğimiz bir şarkıda ya da kolektif bir törende hissettiğimiz şey, aslında insan olmanın ortak dilidir.
Katharsis, yalnızca duygusal bir arınma değil, aynı zamanda bir aidiyet deneyimidir. İnsan, kendi karanlığıyla yüzleştiğinde başkalarının da aynı karanlıkta yürüdüğünü fark eder. Belki de bu yüzden acı ve korku, düşündüğümüz kadar zayıflık değil; insan olmanın en evrensel bağlarından biridir.
Kaynakça
-
Bandura, A. (1971). Social Learning Theory. General Learning Press.
-
Çelikkan, Ş. (2017). Sigmund Freud’da Yaratmanın Psikolojisi: Psikanalitik Sanat. Sosyal Bilimler Dergisi, 4(11), 220–227.
-
Turri, M. G. (2015). Transference and katharsis, Freud to Aristotle. The International Journal of Psychoanalysis, 96(2), 369–387. https://doi.org/10.1111/1745-8315.12243


