Aşkı Gerçekten Biz mi Seçiyoruz?
Aşkı çoğu zaman kişisel bir mucize gibi anlatırız. “O benim kaderimdi, kalbim onu seçti” deriz. Ama işin ironik yanı şu: belki de kalbimizin yönünü, bizden çok daha kalabalık bir ekip belirliyordur.
Ailemiz, arkadaşlarımız, içinde yaşadığımız kültür, hatta Instagram keşfet akışımız…
Hepsi sahnenin bir yerinde sessizce yerini almış, yönetmene fısıldayan figüranlar gibi. Belki de biz başroldeyiz ama senaryo çoktan yazılmış.
Soru şu: Aşkı gerçekten biz mi seçiyoruz, yoksa çevremiz mi bizim için seçiyor?
Yakınlık Etkisi: Kalbin Navigasyonu ‘Yakındaki Kişi’ye Ayarlı
Birine âşık olduğumuzda “onu tesadüfen tanıdım” demeyi severiz. Oysa bilim, çoğu aşkın pek de tesadüf olmadığını söylüyor.
Psikolojide buna “yakınlık etkisi” denir — birini ne kadar sık görürsek, o kişiye o kadar sıcak duygular beslemeye başlarız. Okulda aynı sınıfta oturmak, aynı ofiste çalışmak, aynı kafeye sık uğramak…
Beyin, tanıdıklığı güvenle karıştırır. “O bana huzur veriyor” dediğimiz kişi, aslında beynimizin “tehlike yok, bu yüzü tanıyorum” sinyalini gönderdiği kişidir.
Kısacası, aşk bazen duygusal bir kıvılcım değil; nörolojik bir rahatlama tepkisidir.
Romantik değil mi? Ama dürüst olalım, kalbimizin navigasyonu genellikle ‘yakındaki’ kişiye ayarlıdır.
Aile Kodları: Çocukluğumuzun Gölgesinde Sevmek
Sevginin dilini ilk kimden öğreniriz? Ebeveynlerimizden.
Anne-babamızın birbirine nasıl davrandığı, sevgiyi nasıl gösterdiği — hatta göstermediği — bizim içsel “aşk şablonumuzu” oluşturur. Duygusal mesafeli bir ailede büyüyen biri, yetişkinlikte de soğuk partnerlere çekilebilir. Çünkü tanıdık olan, güvenli hissedilir.
Aşırı koruyucu bir ebeveynle büyüyen biri ise özgür ama uzak duran insanları ilgi çekici bulabilir. Freud bu döngüyü “tekrarlama zorlantısı” olarak tanımlar: Zihin, geçmişte çözümlenmemiş bir duygusal denklemi bugünkü ilişkilerde yeniden çözmeye çalışır.
Yani yeni biriyle tanıştığımızda, aslında biraz da eski hikâyemizi yeniden yazıyoruzdur.
Her aşk, çocukluğumuzun yankısını taşır.
Kültürün Görünmez Senaryosu: Aşkın Modası Değişir mi?
Elbette değişir. Toplum, aşkın görünmeyen senaristidir.
Hangi ilişki türünü “romantik”, hangisini “uygunsuz” bulduğumuz tamamen kültürel kodlarla ilgilidir. Bir dönemde aşkın “acı vermesi” tutkuyla eş anlamlıyken, başka bir dönemde huzurlu ve dengeli ilişkiler “gerçek olgunluk” olarak sunulur.
Kültür bize sadece nasıl seveceğimizi değil, ne kadar seveceğimizi de öğretir.
Sosyal medya ise bu senaryoyu yeniden yazdı. Artık ilişkiler sadece yaşanan değil, gösterilen bir şey.
Aşk bir duygu olmaktan çıkıp bir estetik performansa dönüştü. Psikologların dediği gibi: duygusal gerçeklik yerini duygusal vitrine bıraktı.
Dijital Dünyada Kalp Atışı: Algoritmalar da Eros’un Oku mu Oldu?
Eskiden aşk dış dünyada bulunurdu, şimdi ekran kaydırmalarında. Ama tanışma uygulamaları gerçekten “tesadüf” yaratıyor mu? Pek değil.
Uygulamalar, bize benzeyen ya da aynı çevrede popüler olan insanları öne çıkarır. Yani “ruh eşi” sandığımız kişi, aslında bir algoritmanın öneri listesindeki en yüksek puanlı eşleşme olabilir.
Bu, duyguların sahte olduğu anlamına gelmez ama “kime rastlayacağımız” artık tamamen çevrenin dijital uzantılarına bağlı. Aşk hâlâ bir mucize, ama o mucizenin kodlarını yazanlar artık mühendisler.
Sosyal Ayna: Çevre Seçimlerimizi Fısıldar
İlişkilerimiz sadece duygularla değil, sosyal aynalarla da şekillenir. Arkadaş grubumuzun ilişkilere bakışı, ailemizin onayı, toplumun “doğru” bulduğu partner tipi… Bunların hepsi seçimlerimize ince ince sızar.
Kimi zaman birini “fazla iyi” bulduğumuz için uzaklaşırız, çünkü içimizdeki ses değil, çevremizin yankısı konuşur. Kimi zaman da toplumun “yakışıyorlar” dediği bir ilişkide kalırız, çünkü yalnız kalmaktan değil, uyumsuz görünmekten korkarız.
Böylece aşk, içimizdeki duygulardan çok çevremizdeki bakışların ürünü haline gelir.
Biz sevdiklerimizi seçtiğimizi sanırız; oysa çoğu zaman çevremiz bizim için seçmiştir.
Sonuç: Gerçek Aşk, Farkındalıkla Başlar
Çevremiz, kalbimizin rotasını belirleyebilir ama direksiyon hâlâ bizde. Aşkın tamamen toplumsal bir kurgu olduğunu düşünmek ne kadar yanlışsa, tamamen “kalbimin sesi” demek de o kadar safçadır.
Gerçek özgürlük, hangi duygunun bize, hangisinin çevreye ait olduğunu ayırt edebilmektir. Aşkı yaşarken durup kendimize sormak gerekir:
“Gerçekten ben mi istiyorum, yoksa çevrem benden bunu mu bekliyor?”
Belki de aşkın en büyüleyici hâli, kiminle olduğumuzu değil, neden onunla olduğumuzu fark ettiğimiz andır.
Çünkü kalbimiz atmaya devam eder; ama onu hangi ritimle attıracağımıza karar verebilen tek kişi hâlâ biziz.


